Uyandım. Her zaman olduğu gibi yine üstüm açıktı. Pike, yatağın diğer ucunda soğuktan köşesine çekilmiş bir sokak köpeğini andırıyordu. Yastığım kucağımdaydı, boynumda her sabah hissettiğim o acı yerini çoktan almıştı. Doğruldum. Güneş perdenin açık bir köşesinden yol bulup var gücüyle gözlerime saldırı düzenliyordu. Elimi gözlerime siper ettim. Güneşle aramızda sıcak bir savaş başlatmıştım.
Ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım. Tek kullanımlık otel terliklerinden hep nefret ederdim. Terlikleri giymek yerine üstlerine basıp ayaklarımı yere sürterek banyoya doğru gittim. Kapıyı mümkün olduğunca az gıcırdatarak açtım. Ellerimi soğuk, yüzümü sıcak suyla yıkamayı planlıyordum. Fakat aynada kendimle göz göze geldim. Günaydın merasiminin ardından gözümdeki çapağı serçe parmağımla aldım. Aynadaki kendime gülümseyip banyodan girdiğim gibi ayaklarımı sürterek çıktım. Kapının arkasından ayakkabılarımı alıp giydim. Gece üstümdeyken uyuduğum dünkü mavi tişörtümü çıkarıp yeşil tişörtümü giydim. Telefonum, saatim ve cüzdanım mini barın üstünde duruyordu. Hiçbirini almadım. Pantolonum da yatağın yanındaki sandalyede buruşmuş bir şekilde duruyordu. Kot pantolonların en güzel yanı nasıl bırakırsanız öyle bulmanız.
Sağ taraftaki yatağa bakınca Nisa’yı gördüm. Tek kişilik iki yatak olan bir oda tutmuştuk geçen hafta. Bir haftadır her sabah yaptığım gibi birkaç dakika onu ve güzelliğini seyretmeye koyuldum. Sadece yüzünü ve saçlarını görebiliyordum ve bu bile tüm kasabanın gürültüsünü bastırmaya yetiyordu. Pikesine öyle sıkı sarılıyordu ki sanırdım bu kabuktan biraz sonra bir kelebek dünyaya merhaba diyecek.
Usulca çıktım odadan. Merdivenlerden iki kat aşağıya indim. Mukaddes abla kahvaltı tepsisi hazırlamıştı bana. Koyu bir çay doldurdu. Gülümseyerek tepsiyi bana uzattı ve günaydın dedi. Bir haftadır ağzından duyduğum kelime sayısı ‘günaydın, adım mukaddes, iyi uykular’ ile sınırlı olan bu kadına her sabah büyük bir hayranlıkla bakıyor ve "Aymayan gün utansın efendim." diyordum. Gülümseyerek aldım elinden tepsiyi ve otelin ön bahçesine geçtim. Rastgele dizilmiş masalardan birine yüzüm denize dönük oturdum.
Bu üç katlı şirin otel, şirin bir tepenin en üstüne kurulmuştu. Şirin panjurları, kırmızı çatısı, beyaz duvarları ve şirin mi şirin pembe kapısıyla sizi gülümsetmeyi becerebilirdi -gülümsemeyi becerebiliyorsanız eğer-. Bu şirin sahil kasabasında Şirin Otel’i kime sorsanız gösterirdi. Bahçesinde kocaman bir akasya ağacı vardı. Birkaç küçük zeytin ağacı ve şirin bir süs havuzu sanki kuşlara kucak açıyordu. Mavinin şimdiye kadar hiç görmediğim tonda bir koyusuna sahip bu uçsuz bucaksız deniz, manzarasıyla her sabah kahvaltılarıma eşlik ediyordu. Hayattan o sıralar pek bir şey beklemiyordum.
Çayımdan daha ilk yudumumu almıştım ki Nisa geldi. Ellerinde kahvaltı tepsisi ve omzunda hırkalarından biri vardı. Tepsiyi masaya koydu ve hırkasını omuzlarıma örttü.
“Hasta olacaksın yine, sen beni hiç dinlemiyorsun. Beni düşünmüyorsun bari anneni düşün, yarın eve gittiğimizde oralarda kendine bakamadın mı diyecek.”
“Derim ki anne baktım, öyle bir baktım ki ona bakarken gözlerim gülümsemekten çekik kaldı. Anne derim, ona bakarken beni melekler korur.“
Gülümsüyordu ve sanki bir milyon köle zincirlerinden kurtulup o mutlulukla beni kucaklıyordu. Gülümsüyordu ve sanki bir çocuk ilk fişini doğru okuyordu. Gülümsüyordu, zaman durmuyordu belki ama durmaktan beter oluyordu.
“Dün gece ben uyuduktan sonra onca saat ne konuştunuz?” dedi.
Bir yandan da ekmeğime çilek reçeli sürüyordu. Gülümsüyordu ve Allah’ım diyordum sana çok şükür, dünya iyilikten hiç mahrum kalmayacak.
“Yalnızlığından bahsetti. Geceleri bir başınayken gecelerin başına yıkılacağından korkuyormuş. Ağaçların kaçıp gitmek istememesine şaşırıyormuş.Yıldızlardan kendine bir hazine haritası çizip her gece bilmediği ülkelere yelken açıyormuş. Hayali dostları da olmasa kafasını tren raylarına sürtüp kıvılcım çıkarmayı deneyebilirmiş. Düşünmüş de ama raylar soğuk olunca vazgeçmiş, ağustos sıcağını bekliyormuş.Uykusuzluk ne demek ondan sorulurmuş. Ama sormadım, çok güzel anlatıyordu bölmek istemedim. Onu anlamaya çalışanları hiç anlamamış. Anlamaya çalıştıkları da onu anlamamış. Anlayışlı olmaktan falan bahsetti ama tam anlamadım.”
Ekmeği bana uzattı. Çayından bir yudum aldı. Ayağa kalktı. Sandalyesini çekip yanıma oturdu. Kahvaltısını önüne çektim ben de. Elimi avuçlarının içine aldı. Gülümsüyordu ve kutupların buzu eriyor ve çöllere hayat veriyordu. Rüzgâr, deniz kokusunu tenine çarpıyor ve oradan da bir dağın yamacında bereketli yağmurlara sebep oluyordu. Varlığı, dünyada taşların yerine oturmasını sağlıyordu.
“Sen ne dedin peki?”
Çayımdan bir yudum aldı. Acı gelmiş olsa gerek yüzünü ekşitti. Sevdiğim tek ekşi o an tüm yüzüydü.
“Gecemi paylaştığı için teşekkür ettim. Yalnızsın dedim. Yalnızsın ama herkes kadar. Üzül dedim ama herkes kadar. Anla ve anlat dedim ama herkes kadar. Sev dedim ama …”
Gözlerinde kocaman bir parıltıyla kesmişti sözümü.
“ … ama herkes kadar.”Gülümsüyordu. Gülüyordum.
“ Sev dedim ama... benim kadar, daha azını kaldıramaz artık bu dünya.”
Bir de göz kırpmıştım. Daha çok gülüyordu, ellerimi sımsıkı tutuyordu. Kölelik böyle bir şey olsaydı, tüm dünya Afrika’ya köle olurdu. Soru sorarken hep yaptığı gibi sol kaşını kaldırdı ve sordu:
“ Başka ne konuştunuz.”
“ Seni anlattım sonra tüm gece. Zaten bir baykuşla başka ne konuşulabilir ki?”
- "Görsel sahibi bilinmemektedir."
arcemenel
2020-05-18T19:09:32+03:00Çok değerli yorumlar bunlar, katkılarınız için teşekkürler. Biçimci bir bakış açısına girip değerlendireceğim, üstüne düşüneceğim bu noktaların.
Muhammed Dalpalta
2020-05-16T22:44:39+03:00Hoş bir öykü olmuş. Seyfullah ile hemen hemen aynı düşünüyorum. Diyaloglar bence doğallıktan uzak ama anlatımın gücü doğallık gerektirmiyor. Kaleminize sağlık.