Lotte, geceleri gözüne uyku girmediği ve gündüzleri başını uykudan kaldıramadığı birinci gündeydi. Güneş doğana dek fal taşı gözlerle sabahı etti, sonra birdenbire şakaklarında vukuu bulan ağırlık uyuttu onu, öğlene değin yataktan kalkmadı. Gündüzünü de gecesini de vaktinde ve her zamanki ritüelleriyle yaşamayı tercih eden, aksi takdirde asabiyetiyle tanınan Lotte daha ilk günden hayata gecikmiş hissediyordu. Parmaklarını kilitlemiş düzeninin bozulduğu son gün olmasını diliyordu. Ayrıca laktozsuz sütlü, aromalı filtre kahvesini de kuyrukta beklemekteydi.
Neyin onu uyutmadığını pekala biliyordu. Gece boyu lanet okuduğu şeyi de aklından çıkaracağa benzemiyordu. Saat yarıma vurduğundan beri göz ardı ettiği tek an da ölmüşcesine uyduğu zamandı. Öyle uzun değil, öyle abartılacak kalitede bir uyku hiç değil. Sızmış bedenine ve beyninin işlevine bakılırsa ölmüşcesine bir uyku. Vücudu kontrolsüz, ıssız ve nefti. Fakat Lotte uyanır uyanmaz onu uyutmayan – ve daha da gece uykusu uyutmayacak – beladan ötürü alev ateş. Kanıtladı hatta, evden çıkarken sırf meraktan ölçtü ateşini: her zamankinden yarım derece yüksek. Zihni her zamankinden çok daha meşgul, hatlar birbirine karışmış, damarlardan kan akışı çok daha hızlı gerçekleşmekte, öyle ki bu hızda birisi ondan konuşmasını istese zihninin hızına dili ayak uyduramayıp iki kelimeyi bir araya getiremez. Geç kalındığı zannedilir, oysa o erken kalıp yetişemiyor. Keşke şu lanet şey çıksa aklımdan, diyor, fakat bir yanı onu çok seviyor, doğrusu onunla meşgul olmayı. Uykudan taviz vermek konu o olunca çok da koymuyor, yok, ne olursa olsun uykudur bu, Lotte'un uykusu, olması gerektiği gibi olmayınca kalbi çarpmaya başlıyor. Ah... yorgun bir nefes veriyor. Barista bağırıyor: No.76!
Fiş çantasına, kahve her zamankinden biraz daha hızlı içine içine...
Lotte o gün akşamüstüne kadar pek de kendinde sayılmazdı. Yine de gündelik telaşlarının her birini yerine getirmişti, buna rağmen içinde bir huzursuzluk büyüyordu getiremediğine dair. Planlar tamamdı, saatler karışmıştı sadece. Fakat bunu kim takar, diyemezdi, takıyordu. Kafaya taktı mı ruhuyla uzaklaşıyordu bedeninde. Ruhu hala o şeye saplanmışken bedeni hayatın içinde ezber adımlarla yürüyordu, bazen de koşuyordu tabii. Kahveciden ofise, ofiste bir o kata bir bu kata, bir müdürün odasına bir fotokopi odasına, yemek için soğuk sandviçleriyle çalışanların gözdesi Terry'ye, tekrar ofiste birkaç tur, çıkışta evine giden son trene yetişmek için koşuşturma, trende yer bulup oturursa halsizliğini kanıksama. Yarıma yaklaşan saatlerde ise ruhuyla bedeni buluşup olabildiğince ayık bir portre çiziyorlar. Bu gelecek sayısız günün düzeni haline geliyor. Yoruluyor, sıkılıyor, aksine sürekli bir gezinti halinde olan ruhu gayet enerjik duruyor, mutluluğuysa sorgulanır, biri pozitif biri negatif dilemmaların gerçekleşme ihtimallerine karşı kafa karışıklığı ve gerçekleştiklerinde yeniden başlayan sonsuz dilemmaların doğurduğu öbür kafa karışıklıkları usu da tebessümü de alıp gidiyor. Bahsettiği gülücükler, özellikle sahte olanları, değil. Yoksa epey gülüyor. Ofiste, Terry'de, trende yabancılarla, evde televizyondakilerin düştüğü absürt durumlara gülüyor. Kahkahalar attığı da oldu. Fakat en son ne zaman gerçekten tebessüm ettiğini ve mutlu olduğunu hatırlamıyor. Zaten Lotte artık mutlak bir mutluluğun varlığını da sorguluyor. Olsaydı eğer, diyor, mutlak bir mutluluk olmuş olsaydı tren istasyonunda yaşayan evsiz ve işsiz adamınkiyle lanet olası düzenin kölesi ve taksiti bitmemiş bir evin sahibi olan benim mutlu olma olasılığım eşit mi olacaktı? O zaman ben ve benim gibi yüz binlercesi dokuz günlük yıllık izin için tüm seneyi canla başla çalışarak geçirmezdi. Olsaydı eğer... En son mutlu olduğu zaman bir yana, deliksiz uyuduğu zamanları arıyor.
Çocukluğu ve annesi sahneye çıktı şimdi. Saat daha akşam dokuzu bile geçmemişken yüksek mutfak taburelerinden sarkan ayaklarını sallıyor ve annesini bekliyordu Lotte. Annesi muhtemelen yakın zamanda yaşadığı bir tartışmayı ya da geçmiş bir hikayesini anlatırken ocakta kısık ateşte bir süt kaynıyordu. Öbür tarafta da bir kupaya ufak bir tatlı kaşığı kadar bal akıyordu. Ve ballı süt, diyordu Lotte, formülü bulup harekete geçtiğinde bugünkü Lotte her akşam bir bardak ballı süt ile şimdikine nazaran daya iyi bir uyku çekiyordu. Uykuya dalış saatleri iki – üç arasına düşmüş, kalitesi normal uyku standartlarına yükselmiş ve artık abuk subuk rüyalar onu rahatsız etmiyordu. Ayrıca ofisteyken daha sağlıklı görünüyordu. Bundan cesaret bulan iş arkadaşı bir hafta geçmedi ki sordu Lotte'e: “Tatlım, kusura bakma, ama neyin vardı?”
Bir belayı aklından çıkaramadığını, şeylerin zihnini ele geçirip gezgin ruhunu saldığını, ama sonunda sadece ballı sütle biraz düzeldiğini söylemeyi tercih etmedi Lotte. Onun yerine sadece biraz gündelik streslere kendini pek kaptırdığını, bu yüzden de uykusuzluk çektiğini söyledi.
“Hiç falanca ilacını denedin mi?”
“Hayır, duymadım da.”
“Sahi mi? Tatlım, bazı hamileler bile içiyor onu. Zararsızdır, ama bir güzel uyutur ki sorma. Bende vardı bir kutu, vermemi ister misin?”
İki veya üçten önce uyumayı, kalitesinin artmasını ve hiç rüya görmemeyi bir düşündü Lotte. Bir kez düşünmek, kısacıcık düşünmek, yetti. Aldı kutuyu. Bir tanesi 76 miligramlık ilaçlara eve gidine değin gözü gibi baktı. Eve gidince içeceği saat on biri sabırsızca bekledi. On biri vurur vurmaz az bir suyla hemencek içti.
Garip olan şu ki bundan sonra olanlar bir rüya değildi.
Başta bir bebek kadar huzurla daldı uykuya, yatak içinde cenin pozisyonu almış ve su içinde olduğu kadar rahattı. Uykusu kusursuz ve dilediği gibi rüyasızdı. Ta ki ne vakit olduğunu bilemediği karanlık bir vakitte zihninin yarısı uyanana dek... Yoğun bir ağrıyla uyandı. Bedeni kalkmadı yataktan. Hafif de uyuyor gibiydi, ama gözleri ve düşünce gücü açıktı. O güçle ağrının nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Başı mı? Hayır. Omuzları veya boynu mu? Kulakları mı çınlıyor? Şakaklarında mı? Kalbinde mi? Hayır. O zaman mide ağrısıdır. Ağır da yemedi. Hayır, değil. Ayakları, kolları, arayacak diğer uzuvları vd. Yok. Aradığı ağrı hiçbir yerde yok. Belki elini biraz kaldırırsa diye tüm düşüncesini külçeleşmiş kolunu kaldırmaya kullandı. Bu nedenle kolunu zar zor kaldırabildiğinde hiç de makul olmayan hareketler sergilemeye başladı. Ağrının merkezini anlamak için sırasıyla düşünceyle aradığı tüm yerlere vurmaya başladı ya da sıkmaya, cimciklemeye, dokunmaya, seslenmeye, bağırmaya. Nereyle temasa geçse ağrıyı oraya yoramıyor ki içten bir ses fısıldıyor: Ruh. Şimdiye değin ruha dokunamamış ve seslenememiş Lotte ağrısını artık derinden derine ruhuna bağlamakta. Dışarıdan köpek havlamaları duyuyor. Gece sokakta bir cin görmüşlerse, diyor, ben ne gördüm de benim de ruhum böyle havlıyor? Öte yanda tartışmalar hakim ruhuna çünkü. Ne olduğunu an içinde bile hatırlamadığı havlamalardan ibaret bir tartışma. Belki de yalnız o, köpekler ve cinler arasında sokak lambasına nazır bir tartışma... Belki ortaklaşa bir dil bulamadıklarından her şey kuru gürültü ve göz alıcı ışıklardan ibaret. Sonra aklıma takılıyor: Cinler nece konuşur? Son cümlesi onu çok yaktı ya da üstüne bir büyü yapıldı. Çünkü o an başlamak ve an içinde sonsuzlaşıp da direkt o andan sonra bitmek üzere bölünüyor ikiye Lotte. Beyinciğinden beynine kadar bir çatlak oluşuyor. Kafası ikiye, ruhu ikiye, bedeni ikiye bölünüyor. Beyninin sağ ve sol lobları meydana geliyor. O bir anlığına sağda sarı bir ışık, soldaysa mavi bir kadın görüveriyor. An bittiğindeyse artık dinmeyecek bir baş ağrısını ona hediye bırakarak kayboluyorlar.
Lotte o gece beyninin yarıldığını, gözleriyle sağ ve sol lobu gördüğünü, onlarla tanıştığını düşünüyor. İnanıyor doğrusu. Neyin ona bunu yaptığını çok iyi biliyor. Tabii ki o ilaç. İlacı bir daha içmeme kararı alıyor daha sabahtan. Ama ne fayda? Artık nihai bir sona kadar ondan alınmayacak baş ağrısıyla başbaşa. Her an baştan ve baştan o yarılma anını yaşarmışcasına dinmez bir ağrı. Ne başka ilaçlar ne dualar dindirebilir bu ağrıyı, bu yaşama sancısını. Ve hesabını da soramaz artık kimseye. Ofiste ilaçları aldığı iş arkadaşını bulamıyor; telefon defterlerinde numarası, arşivde işe giriş belgesi, evinin bir adresi, herhangi bir kartı veya kimliği bulunamıyor. Aylarca baş ağrısıyla sürünmeyi sürdürürken bir yandan onu arıyor Lotte. Belki birini suçlasa ve hesap sorsa ağrı dinecekmiş gibi hissediyor. Ne kadar sancılı olsa da bazen yaşamak, içinde hep bir amaç ve arayış oluyor. Bulursa keyfi kaçıyor yaşamanın, Lotte gibi biri sancıyı sonlandırmak istiyor. Yine Lotte gibi birisi bulamadan sancı kendiliğinden dinse o hayatı yaşanmış da saymıyor.
İkilemler yine aklında Lotte'un, elinde tek seferlik bileti ile evine giden son trene biniyor. Oturduğunda açıyor çantasını mağlum çöp-göze bileti atıvermek için. O sırada bilet numarası çarpıyor gözüne: No.76! Öbür fişleri, biletleri, faturaları çıkarıyor çöp-gözden. Ya direkt ya da seri numaraların bir yerlerinden mutlaka buluyor: No.76! Sonra ilaç kutusunu arıyor ve buluyor. 76 miligramlık haplarla bakışıyor.
Lotte, öyle ya da böyle eve vardı. Üstünü değiştirdi. Yüzünü yıkadı. Tırnaklarını kesti. En son ne zaman bebek kadar huzurlu uyuduysa o şekil bir uykuya pek erken saatlerde dalıyor.
Şüpheli bir rüya içinde. Uzaklardaki No.76 yazılı bej kapıdan girmek için aheste aheste yürüyor. Hiçbir acele ve kaygı hissetmiyor. Ne kadar geç olsa da varması pek umru olduğu söylenemez. Çevresi sarı ışıklarla çevrili. Açtığında da sarı ışıkların onu karşılayacağından emin. No.76... Bakıyor, nasıl da içten tebessüm ediyor, açıyor. Sarı ışıkların çevrelediği bir ilahi korosu onu karşılıyor.
“When I find myself in times of trouble
Mother Marry comes to me
Speaking words of wisdom: Let it be!”
Koro şarkısına devam etmeden önce sola doğru döndürüyor bedenlerini. İşaret parmaklarıyla solda kalan mavi silüete yönlendiriyorlar Lotte'u. Oradan da pelerinli mavi bir kadın ona çağrı yolluyor. Lotte ne zaman çağrıya gidiyor ki koro devam ediyor.
“And my hours of darkness
She is standing right infront of me
Whisper words of wisdom: Let it be!”
Lotte cenin haliyle mavi kadının kucağına düşüyor. Anlatıyor da anlatıyor bilinmez bir dilde bilinmez belasını. Anlatıyor ve özetliyor: “Ölüm haricinde hiçbir şey hayati gelmiyor.”
Mavi kadın Lotte'u sımsıkı sarıyor ve kulağına fısıldıyor: “Tatlım, artık hiçbir şey hayati değil.”