Stefan Zweig tarafından 1922 yılında kaleme alınan eser, altmış dokuz sayfadan oluşan bir kendini bulma hikayesidir. Bazı kaynaklarda kitabın Zweig’in askerlik yıllarda bulduğu bir anı defterinden alındığı söylense bile bunun ne kadar gerçek olduğu tam olarak bilinmemektedir.
Kitabın ana hatlarını çizen olaylar ise şu şekildedir:
Burjuva sınıfında dünyaya gelip hayatının otuz altı yılını hiçbir şeye merak duymadan geçiren ve zamanla dünya hayatına yabancılaşmış olan bir adamla karşılaşıyoruz romanın ilk sayfalarında.
"O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varamadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı… Belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim."
Fakat hayatımızın bir kısmında, bizi değiştiren ve insan olduğumuzu hissettiren küçük de olsa bir anın olduğunu fark etmişizdir. Kahramanımız da takvimlerin 7 Haziran 1913 tarihini, saatlerin 3.20'yi gösterdiği sırada kendini buluyor yeniden. Şimdiye kadar hayatının ne kadar boş ve anlamsız geçtiğini ise şu cümlelerle anlatıyor bizlere:
"Beni bırakan insanlar, gelen giden kadınlar oldu, her defasında odada oturmuş camın dışındaki yağmuru seyreden biri gibi hissettim kendimi; doğrudan yakınımda olan şeylerle bile aramda camdan bir duvar vardı ve kendi irademle onu yıkacak gücü bulamıyordum."
Hayalleri olmadan yaşayan bu adamın kendini ansızın bulduğu at yarışlarında, bir kadınla anlık oynadığı haz alma oyunu ise hayatını tamamen değiştirmesine neden olmuştu:
"Taanhäuser'in mucizesi benim başıma bir yarış alanının çiğ ışıkları altında, binlerce avare insanın uğultusunun içinde gelmişti: Yeniden hissetmeye başlamıştım, kurumuş dal yeniden yeşermiş tomurcuk veriyordu."
Bu olay üzerine kendini varoş mahallelerinin içine atan bu adam, kendini hırsızlarla bir tutuyor ve kendine ait olmayan bu yerde insanların arasına karışarak susuz kalmış bir hayvan gibi insanların dillerinden dökülen kelimeleri kana kana içmek istiyor fakat bunu bir türlü başaramıyordu. Yanına yaklaşan tek insanı ise şöyle tarif ediyor:
"Tek işi öylece durup, gelebilecek herkesi beklemek olan biri çıkıp insanı kurtararak bütün buzlarını çözebiliyordu; tekrar özgürce nefes alıp, o çelik zindanın ortasında yaşamın aydınlık hafifliğini tekrar hissedebiliyordunuz."
Yazar belki de insanlığın kendini unuttuğu bu çağda topluma bir mesaj vermek için şu cümlelerle bitiriyor hikayesini:
"Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.”