Sabahın efsunlu sisine esir olan ihtiyar otobüs otogara vardığında yolcular ufak hareketlerle uyanmaya başlamıştı. Koltuğundan kımıldayıp kollarını ve vücudunu bir yay gibi geren yolcular varılan istasyonun kendi istasyonu olmadığını anladığında tekrardan gözlerini kapatmıştı.
İbrahim de önündeki yaşlı kadının ciğerden öksürmesiyle tek gözünü açmıştı artık. Yaşlı kadın yol boyunca hastalıklı ciğeriyle, İbrahim gibi diğer yolcuların da uykusunu bir hırsız gibi çalmış, herkesi uykusuz bırakmıştı. Küçük yolcu olan bebek ise gür ve hırıltılı sesin etkisiyle ağlamaya başladığı için daha da çekilmez bir hale gelmişti yolculuk.
İbrahim sesler kesilmeyince kapalı olan diğer gözünü de açıverdi. Gelişigüzel sis çökmüş otogara baktı. Manzara efsunlu bir rüyayı, sanki geçmişten bir anıyı çağrıştırıyordu. Gördüğü manzaranın etkisiyle kendisini sise kaptırmış, tekrardan gözlerini kapamıştı. Uykusuzluğun etkisiyle tekrardan rüyalara daldığı esnada sesler duymaya başladı. Sanki biri dokunuyordu.
“Abi… abii…”
İbrahim uykulu gözlerle kendisinden daha da genç olan muavine baktı. Muavin,
“Abi geldik!”
“Hı?”
“İzmir otogarındayız.”
“Hıhı, tamam,” diye hırıltılı bir ses çıkardı İbrahim. Boğazını temizledi.
Belli süre yerinden hareket etmedi. Ela ile kahverengi arasında kalan gözlerini ovuşturdu, irice açtı sonra. Bir önceki doğum gününde hediye edilen saatine baktı. Uyumuş muydu? Kaç saat uyumuştu? Dakika bile hesaplanabilirdi belki.
Cam kenarında yolculuk ettiğinden yanındaki genci rahatsız etmek zorunda kaldı. Uzun boyluydu İbrahim. Kafasını eğerek koridordan geçti. Herkes sessizlik içindeyken atladı otobüsten. Uyuşmuş bedenini iyice gerdi. Bazı kemiklerinden ses çıktı. Kapısı açık bagaja baktı. Beyaz gömlekli ve tahminen üniversite okuyan Muavin, diğer yolcuların valizlerini özenle, teker teker indiriyordu. Onun ise eşyası yoktu. Eşyalık bir durumu da yoktu zaten. Sırtında çantası, çantasında defteri, defterinde anıları. Onu bulmaya gelmişti. “Onu?” “O işte!” Onu görmeye. Önce yüreğine kök salmış anıları, sonrasında anılardan kalemine ilham olan ne varsa gösterecekti. O ilham olan şey, bazen bir not defterinin kenarına ilmek ilmek işlemiş bir şiir, bazen de bir tarihti. Onu ilk görüp yüreğinin esir olduğu bir tarih vardı ilk sayfasında mesela. Sonra onunla ilk göz göze gelip gözlerini kör ettiği tarih. Sonrasında ilk “merhaba” ve dilinin de tutulduğu tarih. Bütün sayfalar ilklerle doluydu. Bütün bir defter üniversite notları arasına sıkıştırılmış tarihlerle doluydu. Aslında İbrahim’in not almasına gerek yoktu, hafızasındaydı her şey. Yüzündeki her tanrı dokunuşu mesela. Mekandan ve zamandan bağımsızdı onun yüreği. Almıştı ya notunu, niye, kendisi de bilmiyordu.
İbrahim peronların yamacındaki büfeye oturdu. Gözleri masadanın ahşap peçeteliğine yazılmış Zarifoğlu’nun şu sözünü okudu;
“otogarlar düğün salonlarından
daha samimi sarılmalar görmüştür.“
Bir ses duydu. Ağlamaklı küçük çocuk sesi gibiydi. Karnından geliyordu. Açlıktan yalvaran midesini susturmak için sipariş verdi. Çantasını masaya koydu, önüne aldı. Cüzdanını alacakken anılarını kağıda döktüğü defteri gördü. Kalakaldı yine. Zaman durdu. Rüzgar sustu. Sis dağıldı. Dikkati defterindeydi. Defterin hissettirdiklerindeydi. Sanki her şeyiydi o defter, sanki yüreğinin tüm çıplaklığıydı. Öylesine şeffaftı her şey. Baktı; aklına bir sayfa takıldı, kaldı. Utanarak etrafına bakındı. Biri görür diye, hani birileri yüreğini çırılçıplak görür de alay eder diye, hani “koskocaman adama bakın ulan! Aşk için notlar almış” derler diye sayfayı, ezbere bildiği sayfayı, en çok yıpranmış, en çok kirlenmiş ve en çok olan o sayfayı elleriyle gizledi. Açtığında şu satırları okudu;
“Bugün en mutlu günüm! Uzun bir zamandır yüreğimde sakladığım duyguyu, cesaretimi topladım. Büyük bir heyecan içinde ‘Seni seviyorum’ dedim. Bana baktı; suluydu gözleri, siyahlığı daha da parlamıştı, büyümüştü belki de. Sonra
‘Bende’ demişti sessizce. Sonrası yok işte. Sonrası iki dudağın birleşmesiydi. Sonrası iki yüreğin kavuşmasıydı. Sonrası cennetin bir köşesinden cenneti seyretmekti…”
Ayak seslerini duyunca başını kaldırdı. Çayı gelmişti. Çırak çayı bırakırken İbrahim’le göz göze geldi. “Var mı abi başka bir isteğin” diyecekti. Vazgeçti. Usulca masadan ayrıldı.
Çırak gidene kadar bekledi İbrahim. Çırak gitti yine bekledi. Donmuştu. Otobüsler gelip geçti otogardan. Valizler her defasından indi, bindi. Yolcular otobüsten el salladı sevdiklerine. Bir asker ağlıyordu.
İbrahim çayı avuçlarına aldı. Elini yanana kadar bekledi. Sonra çaydan bir yudum aldı. Tarihlerle dolu defterde yeni, bembeyaz bir sayfa açtı.
Bir elinde çayı, bir elinde kalemi… Yazıyordu. Bir filizi yüreğinde yeşertiyordu. Yazarak yaşıyor, yazarak ‘ona’ gidiyordu…
SON.