Saatler süren araba yolculuğumuzun sonunda tam bir aydır gelmeyi beklediğimiz pansiyona varıyor ve gözlerimize inanamıyoruz. Önce sen çıkıyorsun arabadan. Güneş gözlüklerini yavaşça indirip bu üç katlı işletmeye şaşkın bir gülümsemeyle, ağzın genişçene açık, dik dik bakıyorsun. O kadar dikkatli bakma canım benim; azıcık gözlerini kırp yoksa güneşten gözlerin yanacak. Otuz saniye sürüyor sürmüyor, aynı şaşkın ve şımarık gülümsemeyle bana bakıyorsun. Ben de sana. Gerçekten de tam hayal ettiğimiz gibi değil mi? Arabadan inip bagajı açıyorum. Bavullarımızı teker teker indirirken arada bir seni kontrol etmeyi unutmuyorum, hala yüzünde o şaşkın gülümsemeyle pansiyona bakıyor oluyorsun. Senin yerinde olsam ve bu pansiyonu ilk kez görsem ben de epey şaşırırdım. Fakat ben antrenmanlı geldim canım benim, aylardır ikimiz için hayallerimizdeki sayfiyeyi ve içinde başımızı sokacağımız bir çatıyı arıyordum, sonunda burayı buldum işte. Bu pansiyonun fotoğraflarına bakarak o kadar çok hayal kurdum ki şimdi gerçekten burada olduğumuza inanamıyorum. Beni biliyorsun, kafamda sürekli kötü sonlu senaryolar vardır. Nedense bir aksilik çıkacak ve buraya gelemeyeceğiz sanıyordum. Üstelik ben ömrümde ailem dışında kimseyle tatile çıkmadım. İstemedim de. Diyeceğim o ki benim için bir fanteziden ibaretti seninle tatile çıkmak. Ne bileyim, illaki bir şey olur, biz yine de o pansiyona varamayız sanıyordum. Vardık işte. Buradayız. Hava serin, güneş batıyor, cırcır böceklerinin sesini duyuyoruz, hafifçe esen rüzgar çıplak bacaklarımıza dokunuyor, sen hala şaşkın şaşkın üç katlı cennetimize bakıyorsun! Canım, bavullar için yardım etmeye gelecek misin yoksa ille de oraya gelip kafana bir tane şaplak mı atmalıyım? Ama gelirsin. Birazdan bana döneceksin, kızarak, ‘’Aaaa, bıraksana be deliye bak! Sana mı taşıtacağız bir de bavulları? Genciz daha kızım genciz, ölmedik!’’ diyeceksin ve hepsini taşıyacaksın. Gerçekten de genciz, gerçekten de ölmedik ve gerçekten de aşığız.
Yeşillikler arasındaki beyaz binaya giden çakıl patikanın üzerinde sen önde, ben arkada, badi badi yürüyoruz. Sen hala bir binaya, bir bana gülümseyerek bakıyorsun. Mutlu ve şaşkın halini her şeyden daha çok seviyorum. Hele bir de kahkaha atıyorsan hayatımızın fotoğrafı bu olsun. Önce patikanın kenarındaki yabanıl otları geçiyoruz, sonra binanın önündeki mor çiçekleri ve en sonunda sarmaşıklarla kaplı tahta kapıdan içeri giriyoruz. Girişteki masada kırklarında bir kadın oturuyor. Siyah, kıvırcık saçları ıslak ve karışık. Belli ki denizden çıkalı yarım saat olmamış. Kadın bizi görünce saçlarını ani bir hamle ile arkasına alıp gülümsüyor. Saçlarını arkaya atıp gülümsemeseydi de masmavi gözleri, bikinisinin üzerine giydiği dar ve beyaz elbisenin önündeki iki adet yuvarlak ıslaklık, bu egzotik estetik ile pansiyona girer girmez ikimizin de dikkatini kolaylıkla çekerdi bence. Yalnız lütfen bu iki ıslaklığa dikkatlice bakarken görmeyeyim seni, biliyorsun kıskançlık mizacımda yok, beni mecbur bırakma canım benim. Bakmıyorsun. Bana bakıyorsun gülümseyerek. Bal gibi biliyorsun aklımdan geçenleri. Bir anda çok utanıyorum, keşke kadının memelerine baksaydın da bu kadar utandırmasaydın beni. Bana bak, unutmayacağım bu hafif tiye alan gülümsemeyi, şimdiden söyleyeyim. Yarın öbür gün denizden çıkarken sahilde bira içen çocuklarla karşılaştığımızda bu savaşı bıraktığımız yerden devam ettireceğim ve böyle şeyleri konuşmayı gururumuza yediremediğimiz için ne kadar rahatsız olduğunu belli bile edemeyeceksin. Bu sefer ben sana bakıp gülümseyeceğim ve ‘’Burası biraz serin oldu.’’ diyerek şalıma sarılacağım. Bal gibi bileceğim aklından geçenleri ama, bal gibi.
Odamızın anahtarını alıyoruz. Taştan bir kemerin içinden geçerek pansiyonun denizi gören yüzüne varacağız birazdan. Denize vardığımızda yüzünün alacağı hali görmek için can atıyorum. Taştan yapma uzun, tünelimsi kemerin içinden geçerken, havadan sudan konuşuyoruz. Yine o serin akşamüstü rüzgarı vuruyor hem bacaklarımıza hem kollarımıza ve hatta bana mı öyle geliyor, yoksa biraz da alnımıza mı? Tünelin ucundaki ağaçların arasından deniz gözüktüğünde bavulları yere bırakıp kahkaha atarak elini alnına götürüyorsun. Canım benim, şaşkın sevgilim, denize neden asker selamı veriyorsun? Sonra bana dönüp belimi sıkıca kavrayarak bana sarılıyorsun, sonra hoop havaya, bir tam tur kendi etrafımızda! Tamam çok sevdin. Güzel. Başardık çocuklar, ben ve içimdeki çocuklar; beklediğimiz tepkiyi aldık! Safları sıklaştırın ve soğukkanlılığınızı kaybetmeyin.
Odamıza vardığımızda denizi gören balkonumuzun camdan kapılarını ardına kadar açıyorum. Deniz ile aramızda yalnızca beş, bilemedin on metrelik kumdan bir alan var. Kumların üzerinde birkaç masa ve sandalye var. Balkondaki masaya oturup sırt çantamı ayaklarımın dibine bırakıyorum. Senin ise aklın başka yerde, saat geç olmadan gidip rakı alayım diyorsun. Sen gidiyorsun ve ben de çantamdan hızlıca not defterimi çıkarıp yazıyorum:
ancak bir şiir ile anlatılabilir anın rehaveti,
ve ağaçları
çay sevmememe rağmen çaydanlığın kısık ateşte çıkardığı sesi
sığırcık kuşlarını
mutfakta yemek yaparken dans etmeyi
sabahları aklın karışık uyanmanı -nasıl oluyorsa-
sevmeyi
seni sevmeyi
sana dair kimsenin görmediği küçük detayları görmeyi
mesela sol gözünün altındaki o minik gamzeyi