O trampet kullanırdı. Yanakları hep şişkin ve kocaman dudaklı bir soytarıydı. Kafasına geçirdiği rengârenk şapkası ve kırmızı çizmeleriyle neşeli bir çocuktu. Kimse babasını ve ya annesini tanımıyordu.
Bunu ona sormuştun. “Sen piç misin?”
“Evet, öyleyim.” Çikolata vardı elinde. Dudakları ve yanakları çikolata içindeydi. “Sirkte bulmuşlar beni. Kısa bir hikâye. Lasi böyle demişti. Kısa bir hikâyen var evlat.”
Senin baban var. Şarkıcı kendisini. Dudakları ince, kaşları kıllarla dolu. Senin kaşların annene çekmiş. Bunun için duacısın. Annen iplerden iplere atlıyor. Sarhoş adamların ıslıklarına gülüyor. Elini kaldırıp selamlıyor seyircilerini. Baban her zaman sarhoş olmasına rağmen annen hiç gülmüyor babana. Bu kafanı karıştırıyor.
“Birisinin annesi ve babası olmamasını ne demek anlamıyorum,” diyorsun. Çocuğun ismi Aki’ydi.
“Ne bilem. Eksikliğini çekmiyorum,” diyor.
Eksiklik. Fiyakalı bir kelime olduğunu düşünüyorsun. Kıskanıyorsun. Senin fiyakalı kelimelerin yok. Sen trampet çalmıyorsun. Ayak bağında fazlası değilsin. Sadece çekil önümden diye bağırılan bir çocuksun.
“Hep böyle havalı kelimelerin olur mu?”
“He, hep öğrenmek istiyorum havalı kelimeleri. Yaralı Herif verdi çok kitap bana. Okuyorum. Çünkü insanlar gülüyor. Tuhaf konuşuyormuşum. Kelimeler ağzımda doğru değilmiş meğersen. Öyle işittim.”
Tuhaf buluyorsun. Büyüklerin kelimelerini kullanıyor ama yeni konuşmayı öğrenmiş bir çocuk gibi konuşuyordu. Bu seni kızdırıyor. Hayır, kucağına düştüğün his kıskançlık. Sen hata yaptığında kimse sana gülmüyor. Sessizlik ve utanç dolu bakışlar deliyor seni. Senin fiyakalı kelimelerin yok. Annenin elleri uzun zamandır saçlarında gezmiyor, ipeksi sesi sana masal okumuyor.
Dün gece sirkin ahalisi ateş kenarında toplanıp fıkralar anlatarak, içerek ve çocuklara göre olmayan hikayeleri haykırarak anlattığında neşeliydin. Gölgelere sığınıp onları dinledin. Sonra kara bulutlar indi alevin üstüne. Bunu hissettin. Yaralı Herif sana baktı. Sirkin aşçısıydı. Küçükken suratını ısıran köpek dudaklarında silinmeyecek bir iz bırakmıştı. Ondan ödün kopardı. Sana baktı ve “bu bok çuvallı ne zaman işe yarayacak dedi.”
“Rahat bırak onu,” dedi baban. İyice sarhoş olmuştu. Annen ise hiç duymamıştı kelimeleri. Ayı Terbiyeçisi Toll’un gözlerine bakıp kıkırdıyordu.
Alevde parlayan gözyaşların sessizce akmıştı ve kimse fark etmedi. Sonra Aki çıka geldi. Küçük adam diye bağırdılar herkes. En çok bağıranın baban olduğunu gördüğünde oradan kaçmak istedin ki kaçtın da. Ayakların seni cadılara doğru ittiğinde kulağına şarkılar ve trompetin tiz sesleri doluştu. Neşeli şeyler sende kül tadı bırakmıştı o gece.
“Bence şanslısın. Aile şeyi saçmalık ve havalı kelimelerin var,” dedin inanmadığın kelimelerle.
“Biliyorum,” dedi Aki. Çimlere uzanmıştı. Yanında trompetiyle ufku izliyordu. Güneşin sarı ışınları sarı saçlarını altın rengine boyamıştı. “Kimseye ihtiyacım yok ve bunu biliyorum.”
Orada onu boğabilirdin. Ellerin titremişti. Sadece şanslı olduğunu ve özel hissetmeye ihtiyacın vardı. Birkaç fiyakalı kelimelere ama Aki bile bunu senden esirgiyordu.
“Baksana, hadi dereye gidelim. Güneşin batmasına daha var. Derede yüzeriz, ne dersin?”
Barış bayrağını sallıyordun. “Olmaz. Çalışmam lazım. Büyük bir gösteri var bu gece ve sirkin durumu pek feciymiş dedi Yaralı Herif. Herkes bir şey yapmalıymış. Üstüme düşeni düzgün doğru yapıcam bende.”
Oradan hışımla uzaklaşmıştın. Neden bu kadar zayıfsın. Kulağında esen rüzgâr durmadan sana söylediği buydu işte. Yüreğin de bir şeyler tersti. Sende eksik olan bir şeyler vardı. Gölgelerin derinliğinde dans ettiğini bile fark etmiyordun. Daha çocuğum diye bundan kaçamazdın ve bunu sende biliyordun.
Ağustos böcekleri ve kurbağaların sesine doğru koşmaya başladın. Sesler seni başka bir sese, soğuk sularıyla taşları aşındıran dereye getirmişti. Koşarken botlarını ayaklarından fırlatın. Çorapsız ayakların çimlere dokununca özgür hissettin. Koşuyordun. Bir ağaç vardı ileride, bir tepeydi ve altında geniş dere coşkuyla akıyordu. Kendini durduramıyordun. Sende koştun. Koştun… Kendini rüzgâra bıraktığında bir balık gibi suyun içine dalacağını sandın. Öyle de oldu. Buz gibi su bedenini sardı. Ancak çok hızlıydın ve bir kaya düşüncelerini parçaladı.
Oracıkta öldün. Hiçbir acı çekmeden son nefesin su baloncuğuna dönüşüp dereyle aktı.
Cesettin derede savrulurken göle doğru ilerleyemedi bile. Bir kayada sıkışıp kaldın. Gece çöktüğünde... Sirkte kahkaha ve neşe sesleri yükseldiğinde sen hala ölüydün. Kimse seni fark etmemişti. Zaman aktı ve sesler cesedine doğru yükseldi. Adını haykırıyorlardı. Haykırışlarda sana karşı bir sitem vardı. Nereye kayboldun Allah’ın cezası.
Güneş doğarken seni buldular. Cenazende Aki trompet çaldı. Şarkı söylendi ve gecesinde herkes sarhoştu. Sirkin dağılacağını bilmek seni mutlu ederdi belki. Beş parasızlardı. Babanla annen büyük kavgaya tutuştular senin ardında akıttıkları birkaç damla yaştan sonra. Annen ayyaş babanı Terbiyeci için terk etti. Çantasını toplayıp çingeneler gibi yola vurdu. Baban hala içiyordu.
Seni unutmayan sadece Aki’ydi. Ardından sana bir şarkı yazdı ve rüzgâra söyledi.
İşittiğin şarkı şuydu:
Adımlarını kanat sanan aptal. Bulut hala maviydi.
Gözlerin gibi.
Suya atladığında ne düşündün, gözyaşlarını gizleyeceğin bir mabet mi.
Sen, sessizce dans eden ördek.
Bulacağını düşündüğün yuvan yalnızlığın idi.
Şarkım sana gözleri dalgın olana.
Unutulmamak içindi belki tüm bunlar.
Unutulmamak içindi belki tüm bu aptallıklar.
Rüzgara kulak kesil. Doğrular her zaman su gibi akar.
Belki de biraz hayaldi ihtiyacın olan.
Güle güle özgür ayaklı