Dallarına güneş değse çiçeklenen,
Rüzgar değse dökülen yaprakları vardı bu hayatın.
Hangi mevsim değse ona göre renklenirdi sokaklar.
Sahi; ne zaman soldu o güzelliğin?
Zaman mı değdi ruhumuza?
Ya da fazla yalnızlıkla mı sulandı topraklarımız?
Ve ya
Bazı vazgeçişlerimizin olduğu yerde mi kurudu toprağın?
Ne oldu da bitti o geçmez dediğimiz günler?
Hatrımda kalmış geçmişin fotoğrafları;
Selimiye'nin liseli çıkış saatleri,
Otobüse binilmeden önce dostlarla içilen çaylar,
Kadıköy'de bir balığın yanına konulan iki mezeli rakı kokusu,
Sonrası yalnızlık...
Haldun Taner Sahnesinin dili olsa da konuşsak mesela geçmişimizi, ne gülerdik kim bilir...
Ya da Üsküdar'a yürünen yollarda bıraktığımız gençliğimiz dile gelse, "ne deliydik ama" der mi?
Sokaklara döktüğümüz kahkahalar, ağlamalar...
Hiç unutmam yağmurda ıslandığım günleri;
Bilerek açmazdım yanımda ki şemsiyeyi.
Nefes almak alışılmıştır artık insan için, nefessiz kalana kadar anlamazsın nefesinin kıymetini.
Ama yağmurda ıslanırken farkedersin iliklerine kadar.
Yanındaki bir avuç toprağa damlasa; kokusundan bile anlarsın bu hayatın güzelliğini.
Ben yalnızlığı hep seven biriydim,
Kendimle baş başa yemeğe çıkardım mesela, gayet lezzetliydi tabaklar.
Bir bankta oturur denizle konuşurdum, deniz yoksa gökyüzü var...
Çok mu yalnız hissettim? Bir kitaba bırakırdım kendimi.
Çok ilginçtir başkasının ruhuna dokunmak.
Bir şehirden bir şehire tek başıma gitmeyi özledim bugünlerde;
Bitmek bilmeyen yollar olsun istiyorum, biraz uykuya dalayım sonra kitabıma sarılayım.
Gece olsun, verilen molada üşüsün parmaklarım, bir kahve ile ısıtayım.
Ya da biliyorum ki o eski yağmurlar olmayacak ama yinede; yağmurda ıslanmayı özlüyorum.
Gökyüzüne bakarken gözlerime dolan damlalarını, serinliğini, kokusunu özlüyorum.
Geçmişi özlüyorum, o gençliğin üzerindeki umursamazlığı özlüyorum.
Çok özlüyorum...