Dünyanın, krallıklar ve imparatorluklar gibi sistemlerle yönetildiği dönemlerde, yönetici ile halk arasındaki bağı kuvvetlendirmek adına yönetici bir tanrı/baba, halk ise onun müridi/çocuğu gibiydi. Bu ilişkinin sağlanabilmesinde demokrasiden yoksun ortam haricî halk ile yönetici arasındaki büyük sınıf farkı arasında bir sınıf daha olmaması önemli faktörlerdi. Reform ile beraber aristokrat sınıfların ortaya çıkışı başka sorunlar doğurdu ama halkı penceresiz dört duvar arasına kapatıp yöneticinin ''kutsallık'' ışığı altında adeta zikir ettiren düzen çöküyordu. Aslında o düzen bugün hala çökebilmiş değil, temel problem de bu zaten. 21. ve 20. yüzyıllarda dahi bu düzeni sol yönetimli ülkeler veya Arap ülkelerinde gördük, görüyoruz. Araplarda böyle olmasının sebebi açık, bu düzenle yönetilmiş ve yönetilen Arap ülkelerinin lideri hep asker kökenliydi. Bunun kadar etkili olan bir başka etken ise Arap insanlarının tarihsel olarak hiç aristokrasinin ve ikiden fazla sınıfın olduğu yönetimler görmeyişi. Lidere aynı yüzyıllar öncesi gibi tapınmaya hazır oluşuydu. Arapların tapınmaya hazır oluşunun tek nedeni de bu değil aslında, nedendir bilinmez ama Orta Doğu insanı şu an kalbiyle yaşıyor. Türklerin de belli bir kısmı dahil buna. Tarihte her zaman, toplumca bazı duygular hissedip bu duyguların verdiği körlükle yaptıkları saçma şeylerden dolayı gelecekteki nesillerin onlara bakıp güldüğü toplumlar olmuştur. Avrupa'nın Karanlık Çağ'ı buna örnektir mesela; Avrupa, Karanlık Çağ'dan onları çıkaran reform ile beraber büyük bir rasyonelleşme, toplumca duygularla yaşamama gelişimleri göstermiştir. Bu gelişimleri, reformun dezavantajı olan kapitalizmden ve oligarşinin artışından dolayı biraz yitirmişlerdir ama hala büyük ölçüde sürüyor bu. İşte Avrupa'nın Karanlık Çağ'ına benzer bir çağı Araplar yaşıyor 1900'lerden beri. Aslında daha da öncesine dayandırabiliriz çünkü Araplar 1900'lerin ikinci yarısı gelene kadar da yüzyıllar boyunca önce Osmanlı sonra da Avrupa himayesi altındaydı. Bu himayeler döneminden sonra, Arapları ''ulus devleti'' görünümü altında ilk paragraflarda bahsettiğimiz ve aslında yazının ana konusu olan tanrı/baba yönetici, oğul/mürit halk sistemine götüren insanlar çıktı. Irak'ta Saddam, Libya'da Kaddafi, İran'da Humeyni ve başka ülkelerde de Hüsnü Mübarek, Zeynelabidin Bin Ali gibi insanlar. Bu insanların hemen hemen hepsi bir toplumun ancak lidere verilen sonsuz güven ve sadakat ile bir yere varabileceğini düşünüyordu çünkü hepsi asker kökenliydiler. Entelektüel birikimleri olmadıkları için eleştirilere, yapıcı/onarıcı fikirlere açık insanlar değillerdi. Bundan dolayı alttaki sınıfları yok ettiler ve ortaya hem istedikleri hem de tesadüfi bir şekilde Orta Çağ'daki bu tanrı/baba ve mürit/çocuk ilişkisini sürdürmüş oldular.


Yazının genelinde bahsettiğimiz düzen, Cumhuriyet döneminde Araplar dışında bir de sol yönetimlerde çıktı. Marksizm, sosyalizm ve komünizm. Bunların hepsi reformun doğurduğu ve kapitalizme doğru giden zenginlerin bol olduğu düzeni bitirmek için ortaya çıktılar. Kuralları, düzeni ve fikri ilk defa net olarak belli olan düzen Marksizm'di ve Marx işçinin devrim yaptıktan sonra iktidarda kalması gerektiğini savunuyordu. Marksizm'den hareketle türeyen Komünizm ise devrimin taze döneminde öncülük ettikten sonra şahıslara çok bağlı olmayan daha silik bir devlet yapısı olması gerektiğini savunuyordu. Bu sistemlerin manifestolarındaki hataları, insan denen varlığı tanıyamamış olmalarıydı. 19.yüzyılda ve 20.yüzyılda çok fazla devrim oldu ama hiçbirinde direkt bir sınıf, iktidarda kalmadı ya da devlet yapısı silik olmadı. ''Her devrim kendi çocuklarını yer.'' sözü de bu devrimlerden ortaya çıkan yönetimlerde görüldü zaten. İşçilerle, köylülerle yapılan devrimlerin sonunda tek bir adam o lider koltuğuna oturdu ve arkadaşlarını geride bıraktı. Toplumdaki tüm insanlar gibi yaşaması beklenen, kendini öne çıkarması beklenmeyen komünist düzenlerde ise Stalin gibi adamlar çıktı ortaya. Bu tür sol ideolojilerle yönetilen toplumlarda Arapların aksine birçoğu, dünyadaki düşünme ve yeniden tasarlama devirlerine ayak uydurmuş ortak olmuş toplumlar oldukları için liderlerine Araplar gibi direkt ruha işlenen bir sevgi, minnet duymuyorlardı ama duymak zorunda kalıyorlardı. Çünkü bu devletlerin liderleri her yerden kendi propagandalarını yapıp tek tek her insana, ''Hayatınızın kurtulması için benim düzenime ayak uydurmalısınız.'' fikrini empoze ediyordu. Yazının başlarında verdiğim penceresiz dört duvar içindeki kutsallık tavafçıları örneği bu düzenlere direkt oturuyor aslında. Eğer bu sol düzenler, yine teoride olan ama pratikte hiç yapılamayan şekilde, insanlara tembellik edebilecekleri bir hayat sunup hayat kaygılarını ortadan kaldırsaydı bu toplumların içindeki özgürlükçü elit insanlar bile buna tamah edebilirdi ama bu hiçbir sol yönetim ülkesinde olmadı. Çocuklaşan halk perspektifine dönecek olursak bu sol yönetimlerde halk çocuk değildi ama yaşamak için ev dışında çocuk gibi yaşamak zorundaydı. Bu yönetimlerde, askeriyeden gelen liderler hariç hepsinde koltuk sevdası vardı.

Bir halkı, çocuğu gibi saf bırakmanın yanlış olduğunu belki de biliyorlardı, ama bulundukları konumdan kalkmak istemediler. Yanlış yaparken o koltuktan kalkıp gitmenin saflık değil, büyüklük olduğunu anlayamadılar.