19. yüzyılın sonlarında çiftçilere yönelik politikalar üzerinde kullanılmaya başlanan "popülizm" terimi, sonraki yıllarda giderek yaygınlaştı ve günümüzün en popüler siyasî kavramlarından birine dönüştü. "Çoğunluğun iradesi", son derece belirleyici bir güç hâline geldi, bu iradenin temsilcisi veya temsilcileri ise, çoğunluktan aldıkları yetkiyle neredeyse sorgulanamaz bir konumda siyaset yapmaya fırsat buldu. Öncesinde seçkinlerin elinde bulunan hemen her türlü siyasî organ ve kurumsal yapı, büyük oranda statüko da, bu geniş nüfuslu iradeye teslim olmaya başladı. Bunu var eden sebeplere şöyle bir bakmaya çalışırsak; ekonomik belirsizlikler ve krizler; göç, küreselleşme gibi toplumsal hareketler ve sosyal, kültürel anlamda daha önce görülmemiş hızlarda yaşanan değişimler; kitle iletişiminin büyümesi ve sosyal medyanın yaygınlaşması; demokratik boşlukların ortaya çıkması; siyasi elitlere duyulan güvensizliğin yükselmesi gibi başlıkları sayabiliriz. Biraz açmaya çalışalım bu başlıkları...
Dünyada feodal üretim şeklinin, Sanayi Devrimi ile birlikte iyiden iyiye çökmesi üzerine, yeni bir ekonomik model ihtiyacı doğal olarak var oldu. Sol hareket, Marx'ın önderliğinde buna proleterya iktidarı ile çözüm ararken kendisine birtakım başka ve daha küçük ölçekte destekçiler de buldu. Buna karşılık sanayi ve burjuvalaşma süreçlerinin hızla geliştiği Avrupa'da, Amerika'da kapitalizm yine neredeyse doğal bir gidişatla müthiş bir güç kazandı. Rusya'da gerçekleşen devrim, İkinci Dünya Savaşı ve ardından Çin, Küba gibi güçlü veya jeopolitik açıdan önemli yerlerden eklemlenmeler görünce, bu iki gücün, kapitalizm ve sosyalizmin "Soğuk Savaş" süresince karşı karşıya gelme tehdidi, yıllar boyu dünya halklarını huzursuz etti. İki Dünya Savaşı arasında yaşanan "Büyük Buhran", halklarda bir an önce iktisadî iyileşme beklentisi oluşturdu kaçınılmaz olarak. Ardından Dünya Savaşı ve devamında gelen tehditkâr atmosfer, ekonomik istikrar beklentisini ve politik huzur arzusunu yine halk nezdinde zirveye çıkardı. Böylece elimizde ne oldu? Ekonomik krizlerin son bulmasını ve maddi refahı arzulayan, aynı zamanda savaş atmosferinden bıkıp dinginliği, huzuru talep eden, iki çok sert rejimin; faşizm ve sosyalizmin tahakkümü altında ezilmekten sıkılıp daha rahat bir ortamda demokratik hayata ve politik tercihlere katılmayı isteyen halk... Bunun bir neticesi olarak da, dünyanın ciddi bir oranında, "halkın", "sıradan insanın" beklentilerine kulak veren, "içimizden biri" olarak ekonomik refahı vadeden ve gündelik konuşma diliyle, "bizim dertlerimizle" siyaset yapmaya başlayan popülist liderlerin önünde istediklerini yapabilecekleri koskocaman bir alan...
Devam edelim... Dünya Savaşları ve iki kutuplu dünya düzeninin sürdüğü zamanlarda başka türden toplumsal gelişmeler de yaşanıyordu tabii. "Küreselleşme" denen yeni bir fenomen, kapitalizmle birlikte ivme kazanıyor, kitle iletişiminin güçlenmesiyle, Amerika'da, Avrupa'da başta olmak üzere dünyadaki hemen tüm kara parçalarında seyreden göç dalgalarıyla "herkes her yerde" olmaya başlıyordu. Bir olumsuz sonuç: Dışarıdan gelenin tehdit oluşturması algısı, "Onlar gelirse biz azınlığa düşeriz." korkusu, "içimizden biri" olan liderlerden, bizi bu problemlerin içinden çekip çıkarmaları beklentimizi körüklüyordu.
E tabii yine Soğuk Savaş döneminde "dönen dolaplar" politik hoşnutsuzlukları ve yolsuzluklardan uzaklaşılması talebini kaçınılmaz olarak merkezî bir yere doğru taşıyordu.
Elbette Dünya Savaşları sırasında ve sonrasında popülizm yok değildi. Tam aksine, geniş kitlelere hitap etmek zorunda olan iki ideolojide; faşizmde de sosyalizmde de kendisine büyük yer buluyordu bu siyaset yapma tarzı. Her türlü olumsuzluğa "komünistler" ya da Yahudilerin sebep olduğunu söyleyerek işin içinden sıyrılan Hitler, bu dönemin bir anlamda da güçlü popülizm örneğiydi elbette. Diğer birçok dönemdaşı için de pek âlâ aynı şey söylenebilir. Üzerinde durmaya çalıştığım şey, o günlerin ardından popülizmin müthiş bir ivmeyle yükselmesi...
Hitler'in suçu belli gruplara yöneltmesi demişken, kendisinden sonraki popülist liderlere de sirayet etti bu tabii... "Biz" ve "onlar" kavramları hemen her gün meydanlarda, mitinglerde söylenir oldu, her türlü olumsuzluğa "onlar"ın sebep olduğu ifade edilerek, ayrıştırma, kutuplaştırma politikaları, iktidar tarafından, doğrudan yönettiği halka yönelik de kullanılır hâle geldi sıklıkla. "Bizim yolumuz", "bizim sesimiz" gibi retorikler, içimizden gelen güçlü liderlerin ağzından düşmez olurken, ortak düşman yaratma metodu olarak muhalif kesimi, karşıda konuşlanan siyasî oluşumları, medya unsurlarını, sivil toplum kuruluşlarını hedef göstermek günlük rutinlere dönüştü.
"Lider" kültü, böylesine geniş demokrat taban arıyor gibi görünen bir siyaset yapma tarzında da önemini kaybetmedi elbette. Bu "bizden" olan, "halkın", "kitlelerin" sesi olan lider, karşısında duranları itibarsızlaştırarak, bu kitleleri, kendisinin şahsında iktidarda olduklarına ikna etme yoluna gitti. Hemen her örnekte görebiliriz bunu... Baskı, sindirme politikaları, yeri gelince anayasayı bile tanımama gibi tutumlar, yargıyı da kontrol altında tutma çabaları ve benzer uygulamalar, geniş popülasyonlardan gelen destekle kendilerini müşahhas bir biçimde temsil eden lidere bu imkânı verir oldu.
Kutuplaştırma politikaları tuttukça, sorun odakları "onlar" şeklinde tektipleştikçe, çözümler de basitleşme eğilimine girdi elbette. Karmaşık problemlere sığ çözümler sunmak, sürdürülebilirlik yerine günü kurtarmaya çalışmak ve yetki verilmesi durumunda ileride daha güzel günlerin yaşatılacağına dönük söylemler, birer klasik halini aldı iyiden iyiye... Burada yardıma dört elle koşan da, postmodernitenin "akıl"la arasına mesafe koyan, akılcı çözümler yerine duygusal tepkileri hayatı idame ettirme iradesine çeviren boyutuydu.
Bir başka popülist iktidar stratejisi, halkın "duygularını" baz alan tutumlar sergileme oldu böylece. Reaksiyonel tavırlarla, kitlelerin memnuniyetsizlikleri üzerinden, hedef göstermeler, "onlar"ı sorumlu olarak işaret etmeler, hayli yaygınlaştı. Bu reaksiyonel tavırlar tarafından bakılınca, popülist iktidarların, ilerici atılımlar, özgürlükleri, bireysel alanları ve konforları baz almalar yerine muhalefet-vari bir siyaset tarzı güttükleri söylenebilir. Belki buna bir başka destekleyici sav olarak da, yine aynı sebeplerle; "kutuplaştırıcı söylemler" dolayısıyla uzlaşılması, anlaşma sağlanması güç yapılar olarak var olmaları eklenebilir. Aynı paydada buluşmayı asla kabul etmeyen bir muhalefet benzeri muktedirlik... İşte bu rasyonaliteyi uzaklaştıran, duygular üzerinden siyaset yapan popülist iktidarın karşısında muhalefet de benzer bir tavır alarak, rasyonaliteyi devre dışı bırakarak, postmodern bir tavırla duygular üzerinden iktidarı eleştirir oldu. Kimlik siyasetleri özellikle ön plana çıktı. Buna, popülizmin getirdiği "postmodern muhalefet" diyebiliriz belki.
Tüm bu rasyonaliteyi kapı dışarı eden, düşmanlar ilan edip kutuplaştırmayı birincil siyaset aksiyonlarından biri olarak tercih eden popülist politika, demokratik görünmesinin ardında saklanan otoriterleşmesiyle, halkın (ya da "milli"nin) iktidarıyla kendinden olmayanı haklardan mahrum etmesiyle, yargıyı dahi bu iktidarın altında konuşlandırarak kendini denetlenmekten azâde kılmasıyla, hem güçler ayrılığının hem de demokrasinin altını oyuyor görüldüğü kadarıyla.