İkinci el rüyalar… Hayata dair binlerce yıllık düşünsel çaba, birikim ve literatür sonucunda ulaştığımız yer benim gibi bir bardak kahve ile güzel vakit geçirebilen birini bile tatmin etmemiş olacak ki o hayata dair düşüncelerimin vardığı yer burası oldu. Ömrümüzün bir başka mekan ve zamanda çoktan yaşanmış, birçok kere oynanmış ve çeşitli şekillerde vuku bulmuş bir rüyanın yeniden hatırlanışı gibi, net olmayan, çok parçalı, hem çok tanıdık hem de içinde biraz şaşırtıcılık barındıran bir yeniden çevrim olması fikri yani.

Sorunuza yanıt vermeden önce yakın zamanlarda gördüğüm yaklaşık otuz yıllık bir rüyadan söz açmak isterim. Şimdi geriye dönüp baktığımda, tamamlanmış bir rüyayı ikinci el olarak yeniden işlemeye, o rüyanın bu konu için gerekli yerlerinden alıntılar yapmaya ve söz konusu rüyayı bir ilham olarak kullanmaya çalışacağımı seziyorum. Ömür dediğimiz bu rüyanın işe yarayacağı yerlerden en önemlisi de bir ilham oluşturması olasılığıdır sanırım, belki de bu sayede ikinci el bir hayatı yaşıyor olmanın bilinciyle yaşam düzleminde olmasa da en azından düşünce ve hissiyat ekseninde bir yenilenme yaşayabilir kişi. Ki benim bu yenilenmeyi gerçek anlamda yaşamam otuz yılımı aldığına göre bir başkasının bu bilinci benim için çok daha önceden önüme sermesi çok daha elverişli olabilirdi. Shakespeare bunu yapabilirdi belki, tiyatro oyunlarından ve şiirlerinden bakışını biraz düzyazıya çevirmiş olsaydı, ya da biraz daha bilinçli olabilselerdi Sürrealistler ve Beat kuşağı yazarları, belki de yeterince deli olmayıp içinde daha çok özen ve sevgi için yer açabilse Nietzsche. Ne de olsa hala bir sanatçının değerli bir eseri ancak sevgi’den yola çıkarak oluşturabileceği şeklindeki o düşünceye katılıyorum. Hangi patikalardan geçilirse geçilsin, hangi kıvrımlarda dolaşılırsa dolaşılsın, ya da hangi grotesk imajlar yaşanırsa yaşansın. Neyse…

Otuz yıllık bu rüyanın en güzel taraflarından biri ondan uyandığımda gerçekleşen yaşama dair yeni bir görü ve yaklaşım kazanmam olmuştu. Bugün trenle eve dönerken tekrar hatırladığım bir kazanımdı bu. Trenden inmeme birkaç durak kala vagonda bulunan bir bebek ağlamaya başlamıştı aniden. İnsan canlısının da diğer memeliler gibi belli bir yaşa kadar bakıma muhtaç olduğunu biliyordum elbette ama insan bilincinin ve yaşantısının içinde bulunduğu karmaşık yapı bunu tam anlamıyla fark etmeyi zorlaştırıyor bazen. Bugün içinde bulunduğumuz ve on yıllardır çeşitli kurgularda gördüğümüz insansı robotların bile sonunda gerçek yaşamda var olduğu karmaşık dünyayı düşünürsek bu durum anlayışla karşılanabilir elbette.

Yaşamının ilk yıllarında aynı trende ağlayan bebek örneğinde olduğu gibi tek başına hayatta kalamayacak muhtaç bir türün yetişkin insanlar gibi hareket eden ve iletişim kuran robotların yaratımına muktedir olması neredeyse inanılmaz. Dünyada aynı anda hem gelecek yüzyılları hem de antik çağları yaşıyor gibiyiz, çünkü bu robotların insan yaşamına hem müthiş katkılar yapacağının hem de artık mağaralara ilkel resimler karaladığımız dönemlerde kalması gerektiğini düşündüğüm savaşlarda kullanılacağının farkındayım.

İnsan türü kendini doğadan çok ayrı bir yerde tutmayı seviyor genelde, bunu kendimde de görebiliyorum, kendi bilincimizi ve varoluşumuzu hayvanlardan ayrı ve daha üstün görmeye eğilimliyiz, ki diğer canlılardan daha yetkin becerilere sahip olduğumuz bir gerçek, fakat aslında insan da ortaya çıktığı dönemlerden beri hep doğanın bu iki zıt kutbu arasında var olmuş: yaratım ve yıkım…

Evet diğer canlılardan daha üstün bir bilince ve zekaya sahibiz, fakat yine de diğer canlılar gibi besin zincirinin içindeyiz, ve uygarlığımız da doğanın ekolojik dengesini tehdit edip diğer canlıların yaşam alanlarını kısıtlıyor. Bin yıllar içinde oluşturduğumuz devletleri, kuralları, şehirleri, sanatı, kültürü, teknolojiyi ve günümüz dünya hayatını düşünüp kendimizi ne kadar doğadan ayrı hayal etsek bile depremler, seller ve ekstrem afetler bize tüm varoluşla aynı doğanın içinde olduğumuzu hatırlatıyor. Ki bu gibi doğal olaylara gerek bile duymaksızın kendi türümüzün diğer üyeleriyle yüzyıllardır sürdürdüğümüz kanlı savaşları düşünürsek zekamızı ve yektin becerilerimizi her zaman yaratıcı amaçlar uğruna kullanmadığımız da ortada.

Geçen gün bir su şişesi çantamda kırılmıştı ve çantamın içindeki kitapları ıslanmasınlar diye dışarı çıkarırken küçük bir kırık cam parçası elimi hafifçe kesmişti. İnsanın kendi kanını bu kadar küçük bir olayda bile akarken görmesi nahoş ve rahatsızlık verici bir deneyimken dünyayı kan gölüne çeviren, çocukların bile kendi ellerimizle kurduğumuz evlerin, şehirlerin içinde bombalandığı bir dünyada yaşıyor olmaksa yeterince dehşet verici. Ve bir insanın bile kanını akıtmak sağlıklı, normal biri için kaçınılması, arzulanmaması gereken bir şeyken bu boyutta bir vahşetin hala nasıl var olabildiğini bazen anlamlandıramıyorum. Elimde kalan belki de tek cevap bu vahşetin doğada da belli ölçüde bulunduğu ve insan doğasının da bundan belli ki hala kaçınamadığı oluyor.

Öyleyse bu kısa ömürde kazanmamız gereken en değerli yaklaşımlardan biri, bu yıkıma ve vahşete karşı durmak, insan zekasını yaratıcı şekillerde kullanmak olacaktır.

*

İkinci el rüyalar…

Şimdi “Bu bir romandır.” fikrini öne sürerken, benzeri bir söylemin geçtiğimiz yüzyılda Belçikalı bir ressam tarafından ortaya konduğunu anımsıyorum. Bir benzerinin geçmişte yaşandığı bir ömrün içinde bulunduğumu fark etmemi sağlıyor bu durum tekrar.

Evet, bu bir romandır, ve kendi içinde bir estetik taşıması gereken, kendi bağlamında ele alınması gereken bir eserdir.

İnsan hayatta ne kadar da farklı şeyler uman, düşleyen, kendi yaşamını biricik farz eden bir canlı. Oysa daha yazmaya başlarken öne sürdüğüm fikrin bile bir benzeri tarihte mevcut.

Ah, yaşam… Evrende milyarlarca benzeri bulunan bu gezegende, belki de tüm varlığın yapıtaşları olan atomlar bile aynı parçacıklardan oluşuyorken gerçekten farklı, olağandışı bir şeyler ummak ne kadar da ironik. Hayatta olmak, bu deneyimin içinde bulunmak, tüm bu benzer tonların zıtlığına, yaratıma ve yıkıma değer miydi gerçekten? Seçme şansım olsa bir daha dünyaya gelmeyi seçer miydim acaba?

***