Hayat bazen sahlep yaparken sıcak süt yerine sıcak su koymak gibi. Geçen gün başıma geldi bu. Hiç sahlep yapmamıştım aslında hayatımda. Bu acemiliğin de etkisi vardı. İnce detaylarıyla bilmediğimiz bir konuya dair düşünürken ya da yorum yaparken sıcak süt yerine sıcak su koymamız neredeyse kaçınılmaz. Dünyadan el etek çekip bir derviş gibi, dağ başında manastırvari bir yerde sade bir yaşam arzusunda oluyorum bazen örneğin. Fakat gündelik yaşamın uğraşları, dünya düzenindeki değişim ihtiyacı ve bir yandan da şehir hayatına olan bağım bu arzumla bir arada olamıyor tam olarak. Sanırım hiçbir zaman tam oldum diye düşünmemeli insan. Bazen böyle hissetse bile. Vücudumuzun dörtte üçü su, fakat bir yerlerden hep dışarı su sızıyor gibi. Bir eksiklik, bir olmamışlık… Bu hissi yazarken öteleyebildiğimi fark ediyorum ara sıra. Üretmek, çalışmak su sızan yere bir tıkaç koymak ya da su eklemek gibi geliyor olabilir. Fakat aynı zamanda yazmak konusunda da gittikçe yalınlaşıp azalıyorum. Öyle ki yazmak ekstra bir arzu değil artık benim için. Bir iş gibi hatta bazen. Belki de belli bir süre içinde olması gereken bu zaten. Evet bu böyle olmalı. Gençliğin tutkuları ya da arzuları yerini olgunluğa, tecrübeye bırakmalı.
Hindi Zahra’nın The Blues adlı şarkısını dinliyorum bu aralar. “Çölde yağmur gibi sevgi, güzellik ve umudun yansımaları, bu şimdi’de kalabiliriz” diyor şarkıda.
Love like rain on the desert / Reflexions of beauty and hope / We can stay in this present
Halbuki insan bazen çölde uzun süre kalmaya ihtiyaç duyuyor. Uçsuz bucaksız, engin çöl’e açılmak. Kendine açılmak, kendinden açılmak, çıkmak bazen. Neredeyse her bir yeri ya da sokağı farklılıklarla, süslerle dolu şehir yaşamından her şeyin ve yerin benzer olduğu, kendinle ve alemle baş başa kalabileceğin, alışkanlıklardan öte bir şeylere ulaşabileceğin bir iç ve dış mekan… Belli bir süre sonra ise yağmur; çölde yağmur, çölde yağmur gibi sevgi, çölde yağmur gibi sevgiye ulaşmak. Fazlalıklardan kurtulmaya çabalamak. Belli bir oranda saflaşmış, arınmış bir bilince varmak. Bu anlamda çöle açılmamak ise dünyadaki karmaşa, duygu-düşünce bolluğu içinde kalmak anlamına gelir, ki özellikle de duygu bolluğu (haset, kin, nefret, çekememezlik, alaycılık…) insanları içine alan bir bataklık gibidir. Oysa insan ancak sadeleştikçe kendinin ve dünyanın farkına varabiliyor.