Descartes’ın ikinci meditasyonunda adı geçen “düşünüyorum, öyleyse varım” ünlü argümanının temelinde kuşkuculuk, şüphe yatar. İlk olarak kuşkularından yola çıkar Descartes, daha sonrasında “kuşku duyduğum her an mecburen düşünüyorum” farkındalığına ulaşmasıyla beraber “düşündüğüm her an da kuşkulanıyorum” der. İşte bu “düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesini doğurur. Yani ‘’ben şüphe etme eylemindeysem eğer; şüphe etmeden önce ben zaten varım” der. O yüzden ilk başta şüphe etmemiz için bile var olmamız gerekir. Çünkü bir şüphenin veya düşüncenin oluşabilmesi için bir düşünen de gereklidir. Düşündüğüm sürece var olduğumu kanıtladığımı varsayarak; peki ya bunca şey aslında bir rüya veya yanılsamadan ibaretse, hala var olur muyum? Descartes burada da şüpheciliğiyle yola çıktı ve şu soruyu sordu: “herhangi bir şeyden emin olabilir miyim?”


“Evet bir tanrı var, beni seven dostlarım, ailem var fakat aslında benim olmayan deneyimler yaşamama sebep olan beni tamamen kandıran ve tüm bunları bir yanılsamadan ibaret olmasını sağlayan bir cin olamaz mı?” Descartes sorusuna şöyle cevap verdi “Eğer aldatılıyorsam, aldanıyorsam bile bunun için önce var olmam gerekir.” Çünkü beni aldatan kötü bir cin varsa eğer, olmayan bir şeyi aldatamaz, bu bağlamda da aldanan bir varlık da söz konusu olamaz.


Bu düşüncenin günümüz uyarlaması olarak Matrix filmindeki gibi bir simülasyonun içindeysem eğer bu da varlığımın kanıtıdır. Bir amaç için tıpkı Neo gibi simülasyondayımdır ve aldansam dahi ben var olanımdır.

Var olmak için düşünmek yeterlidir, bir bedene sahip olmak varlığımızı kanıtlamaz ya da desteklemez. Descartes “bedenin hiç olmayabileceğini” de ileri sürer. Yani “bedenim hakkında da yanılıyor olabilirim”. Burada zihin-beden ayrımı; yani Kartezyen düalizm kendini gösterir. “Zihnim dışındaki şeyleri zihnimi bildiğim gibi doğrudan bilemiyorum. Zihnim bana apaçıkken diğer her şey zihnime göre ikincil.”

Örneğin bir sabah Kafka’nın Dönüşüm kitabındaki Gregor Samsa gibi her zamanki rutinlerimizi yapacağımız bir güne uyandığımızı sanırken aslında yatağımızda kocaman bir karınca olduğumuzu hayal edelim. Böcek olmadan önce insan formumuzdaki düşüncelerle hareket etmeye başlarız. Saat kaç? İşe, okula geç kaldım mı? Kalkıp hazırlanmalıyım, tarzında düşünceleri yine aklımızdan geçiririz. Bedenimiz şekil değiştirmesi zihnimizi yani aklımızdakilerin de şekil değiştirmesini sağlamaz.


Aynı zamanda kendimizi bir karınca olarak hayal etmekte de zorlanmayız. “Böcek olduğunuzu hayal edin” dediğimde herkes bir böcek canlandırabilir kolaylıkla. Bedenimizin olmadığını düşünün desem bunu da tasvir edebiliriz.

Peki size düşünmediğinizi düşünün dersem? Bunu düşünmek zor, belki imkansız olacaktır çünkü düşünmediğimizi düşünürken bile bir düşüncenin içine gireriz. O yüzden bedenim düşüncelerime yani zihnime göre ikincil bir varlık konumunda olduğu için bedenimin varlığı daha şüpheli bir konumdadır. Bu noktada Descartes “zihin ve bedenin birbirinden farklı ve ayrı iki varlık olduğunu” söyler.

Yani var olabilmek için maddeye, bir bedene ihtiyaç duymayız. Aynı Transcendence filminde Will karakterinin ölmeden önce zihnindekilerini kopyalamasının ardından bedeninin yok olmasıyla beraber bir yapay zeka dahi olsa varlığını ‘’düşünceleriyle’’ devam ettirmesi gibi.


Bu bağlamda var olabilmek için bir bedene, maddeye ihtiyaç duymaksızın düşüncelerimizle yanılsama olsun-olmasın var olacağızdır.

Düşünce varsa varımdır. Ben varsam düşünebilirim. Düşünebilmem var olmam demektir. O zaman “düşünüyorum, öyleyse varım” diyebilirim.