Çoğu eleştirmene göre resimler ve diğer tüm imgeler yalnızca gerçekliğin temsilcisidir, “asıl” gerçeklik değildir.
Resimler, gördüğümüz şeyleri duygularımızla ve yeteneğimizle aktardığımızda, fotoğraf ya da video gibi diğer görüntü biçimlerinden çok farklıdır. Bu farklılık gerçeğe birbirinden farklı bakış açıları getirir çünkü çizilen resimler sadece gerçeği üreten kişinin bakış açısıyla aktarılır ve resimlere bakan farklı zihinlerin bakış açılarıyla yorumlanır.
Makine Çağı da dediğimiz 19. yüzyılın ortalarına kadar, bir resmin başarısı, gerçeğe benzerliğiyle doğru orantılı kabul edilmekteydi. Ancak kameraların icadı ve modern resim sanatlarının doğuşu ile gerçeğe yakın resimler, birçokları tarafından "sanat" yerine "taklit" olarak kabul edilmeye başlandı.
Resimlerin çoğaltılması veya dijital ekranlarda yeniden gösterilmesi, eserin orijinali asıl yerinde kalırken aynı anda birçok farklı yerde görünmelerini sağlar. Bir müzede duran bir resmin, internet aracılığıyla akıllı telefonumuzda fotoğrafını gördüğümüz zaman, aslında onun “asıl” halini değil, bir yansıtmasını görmüş oluruz. Fotoğraf ya da video gibi diğer görüntü biçimlerinde ise imgenin gerçeklikle bağlantı düzeyleri çizilmiş resimlerden daha yüksek olsa da; orada da “zaman ve mekan” kavramı problemiyle karşılaşırız. Bu noktada akla gelen en önemli soru; “Eğer fotoğraf bundan 50 yıl önce çekilmişse, şu anda içinde bulunduğumuz gerçeği tam anlamıyla yansıtabilir mi?” olmaktadır. “Gerçeklik nedir?” sorusunu sormak ve buna net bir yanıt bulmak insan zihnini her zaman zorlamakta, sınırlarını esnetmektedir. Bizler fotoğrafları yalnızca ekranlar veya basım kağıtları aracılığıyla gördüğümüz için, bu fotoğraflar hiçbir zaman gerçekliğin saf gösterimi olamamaktadır. Buna en güzel örneklerden biri olarak, "Ceci n’est pas une pipe"ı düşünün; Rene Magritte'nin sanat eseri. Tablonun üzerinde "Bu bir pipo değil" yazan bir pipo resmi var. Magritte, bahsettiğimiz durumu mükemmel bir şekilde açıklayan -ya da olabildiğince yanıt aramaya çalışan- sergiye “İmgelerin İhaneti” adını verdi. İmgelerin İhaneti, görüntülerin sadece gerçeği yansıtabileceğini fakat onu tam anlamıyla gösteremeyeceğini bize anlatıyor. Gördüğümüz dünya ve gerçeklik bizim perspektifimize yansıtılmaktadır ve biz de onu kendi bakış açımızla görüp yorumlamaktayız. Bir resim ya da bir fotoğraf her ne kadar gerçekçi olursa olsun, aslında gösterdiği olgu veya nesne değil, sadece o olgu veya nesnenin temsilcisidir. Elimizde bir pipo resmi var ise, o bir pipo resmidir, piponun kendisi değildir. Gerçeklik kavramını sorgulatan bu sergi, bizler için önemli bir paradoks oluşturmaktadır. Sanatçı, bu paradoksu ironik bir görsel olarak tuval üzerine aktarıp izlerkitleyi bu soruyu düşünmeye yöneltmiştir.
Görüş ve bakış kavramları, anın içindeki gerçeklik dışında bir yolla temsili şekilde bireye aktarıldığı zaman, kişinin kendi perspektifine takılır. Bu durum, psikanalizde, tam Türkçe karşılığı olmayan “Gaze” teorisiyle incelenmektedir. Kendi alt dallarına da ayrılan “gaze”, aynı zamanda imgelerin kitlelere aktarım şeklini de tanımlar. “Düşündüklerimiz ve inandıklarımız, nesneleri görüş şeklimizi etkiler.” Görme Biçimleri adlı ve bakış teorisini ele alan kitabın yazarı John Berger tarafından söylenen bu önemli aforizma; teorinin ana hatlarını anlamamıza yardımcı bir özet niteliğindedir. Magritte’in tuval üzerindeki piposu, bir çizim değil de pipo fotoğrafı olsa dahi, önce bireyin görüş açısından geçer; saf gerçekliği tam anlamıyla yansıtamaz. En başta sorduğumuz sorunun cevabı da, aynı imgeler gibi kişiden kişiye göre değişebilecek nitelikte ve görecelilikte olsa da konu hakkındaki teoriler, doğru kabul edilen yanıtın zihnimizde şekillenmesi için önemli ölçüde yardımcı olmaktadır. İş bu noktada cevabın kesin tanımı ise, birbirinden farklı bellek süzgeçlerimizden geçerek hepimiz için ayrı ayrı netleşmekte veya flu kalmaktadır.
Peki, sizce resimler ve diğer imgeler “gerçek” midir?
Yazar: Nazlı Doğa Yula