(Alıntılar yapılmış, bazı yerlerde kesilmiş ve bazı yerlerde eklemeler yapılarak birleştirilmiştir.)
*
Aşk… Yetişkinlerin ergenlik olarak reddettiği, ergenler çocuksu bulduğu, terapistlerin tedavi etmeye çalıştığı, ‘gerçek(?) erkeklerin kadınsı, feministlerin baskıcı bulduğu, bazılarının bir yanılsama, bazılarının ciddi, bazılarının ilahi olduğunu düşündüğü, … duygu.
*
Yanılgılar… Bir oyun mu? Karşılıklı bir alım satım gibi söz verme mi? Engeller karşısındaki başarısı göz önünde bulundurulan bir çalışma modeli mi? Bir izleyici kitlesi karşısındaki dramatik model mi? Tedavisi olmayan bir hastalık mı? İyiye ve güzele ulaşmak mı? Bağlılık ve yükümlülük mü? Kapitalist bir komplo, erkek üstünlüğünü sürdürme planı ya da şehvet mi? Nedir aşk anlayışımız? Peki aşkın yanılsama olduğunu söylemek, aynı zamanda insan duygularının aşağılayıcı bir tasviri değil midir?
*
Aşk biyolojik bir dürtü, bir "ihtiyaç", Tanrı'nın bir hediyesi değildir. Duygulara dair genel bir görüşümüz var, aşkı bir gizemmiş gibi göstererek ve onu hem aşağılayıp hem de putlaştırarak- aynı zamanda genel olarak duygulara karşı kafa karıştırıcı ve bazen trajik tutumlarımızı da açıklıyor. Duyguların, buna göre, özünde "irrasyonel" olduğu düşünülür.
*
Sempozyum diyaloğunda Eros'u kişisel olmayan bilginin hizmetine sunan bir aşk görüşünü savunan Platon, aşkın ilahiliğe doğru yürüyüşünü başlatan, salt duygunun ötesinde, ebedi olan ideal bir dünyaya ruhsal bir giriş olduğunu iddia eder. Bu, özellikle de "din dışı" olan aşkı (yani aşk olarak bildiğimiz şeyi) kınayan ve ilahi aşkı öven ve dini bir mittir. Sempozyumun mirası, sıradan sevgi ve dostluğun daha yüksek, kişisel olmayan bir sevgiye göre "aşağı" olduğudur. Platon'un gözleri göklerde olduğu için en ufak bir ciddiye alma zahmetine girmediği aşkı neden olduğu gibi kabul etmeyelim? Sıradan ama muhteşem bir duygu olarak…
*
Aristophanes Sempozyum'daki konuşmasında, "doğal" halimizi Zeus tarafından kibrimizden dolayı ikiye bölünmüş, aşk aracılığıyla yeniden birleşmek için mücadele eden çift yaratıklar olarak tanımlar. Benzer şekilde aşkın "kimyasal çekim" meselesi olduğu hakkındaki eski ifade bilimsel olarak bir asır öncesine aittir. Ancak bu bakış açısının sorunu, ilişkilerin gelişmesi için yer bırakmaması, bunun yerine, eğer aşk varsa, orada olması ve en başından itibaren tam olarak orada olması gerektiği gibi görünmesidir.
*
Sadece bebeklikte değil, yetişkinlikte de kendimizi esasen diğer insanlara, kendimiz dediğimiz bir dile, bir kültüre ve en azından yasal olarak bir ülkeye bağlı buluruz. Başkalarını bulmak veya onlara "ulaşmak" zorunda değiliz; onlar bir anlamda zaten içimizdedir. Ve bu, aşkın bir sığınak veya kaçış olmadığı anlamına gelir. Kendimize dair anlayışımız her zaman sosyal bir benliktir (antisosyal veya asi bir benlik olsa bile).
*
Aşk bir duygudur. Duygularımız ne ilkeldir ne de "doğaldır", daha ziyade belirli bir kültürde öğrendiğimiz kavramlar ve yargılarla yapılandırılmış akıllı yapılardır. İlahi değildir, ebedi olmaktan çok uzaktır, insan doğasının bir parçası veya mutluluk kapılarının anahtarı veya herhangi bir tür "cevap" değildir. Duygulardan bahsetme şeklimiz metaforlarla doludur. Aşkı sıcaklık, ateş, alev terimleriyle tanımlarız- bunların hepsi ifade edici ve şiirseldir. Belki de duygularımızı hafife alıyoruz. Aşk, seçici bir şekilde yücelttiğimiz, birini seçip ona "gerçek" aşk adını verdiğimiz bir dizi metafordur. Seçimimiz elbette "doğal" değil, çünkü kendi kültürel icatlarımızdan büyük ölçüde etkilenmiş durumdadır. Kişinin metaforunu seçmesi, aslında kişinin aşk hayatını da seçmesidir.
*
Aşk, tüm duygular gibi bir uzanma, bir yapının, bir anlamın, dünyayla kişisel olarak ilişki kurmanın bir yoludur. Aşk, deneyimimizi öznel olarak organize ettiğimiz, kendimizi belirli rollerde gördüğümüz (örneğin, sevgili) ve diğer insanlara ilişkin algımızı oluşturduğumuz (örneğin, sevgili olarak da) birçok yoldan biridir. Ancak aşkı bu şekilde anlamak, istila eden bir şey olarak değil, bazen keyifli bir fizyolojik işlev bozukluğu olarak değil, bir içgüdü olarak değil (bir ihtiyaç ya da "doğal" olmayan), duyguların genel olarak nasıl olduğuna dair tamamen yeni bir görüş gerektirir. "Çoğu zaman bize en yakın olanın ne olduğunu en az bilen bizizdir," der Nietzsche ve bu duygular için kesinlikle doğrudur. Ve öncelikle, duyguların kısaca "hisler" olduğu şeklindeki neredeyse apaçık inançtan kurtulmamız gerekecek. Duygular, bedensel duyumlar tarafından desteklenebilir, kendi başlarına sahip olamayacakları bir zenginlik ve yoğunluk sağlayabilirler. Ancak duyumlar tek başına, bu belirli anlamdaki "hisler", duyguların kendisi değildir.
*
Duygulardan "doğal", "içgüdüsel", "ilkel" olarak bahsederiz, ancak aslında bunlar kültüreldir. Dünyamıza tepki vermekten ziyade, duygular kendimizi dünyaya yansıtmanın doğal, öğrenilmiş ve yüksek eğitimli yollarıdır. Aşk, özellikle, kendimiz için inşa ettiğimiz dünyada yaşamanın bir yoludur. Elbette bu, her birimizin kendimiz için aşk icat ettiğimiz anlamına gelmez. Bazen kendi repliklerimizi icat ederiz, tabiri caizse rolü doğaçlama yaparız, ama sadece büyük bir zorlukla ve sadece tüm hayatımız boyunca öğrendiğimiz senaryo içinde. Aşk, bir sahne düzeni gibi, iyi veya kötü tanımlanmış bir rolü canlandırdığımız bir senaryodur. Bu, bizim tarafımızdan oluşturulmuş bir senaryodur. Elbette, aynı zamanda bir bilinç meselesidir ama hiçbir duygu sadece bu değildir. Her zaman güçlü bir eyleme girişimdir.
*
Her duygu, kendimiz ve dünyadaki yerimiz hakkında bir yargı sistemidir. Bu yargılar aracılığıyla kendimize bir senaryo çizeriz, canlandırırız ve önemli rollerde yer aldığımız bir dünyayı hayal ederiz. Her duygu -özellikle aşk- tam olarak kim olduğumuzu yargılamanın ve eyleme dökmenin birincil yoludur. Bir duyguya sahip olmak, âşık olmak, belirli bir dünyaya girmektir. Bir sanattır. Romantik aşkı diğer birçok duygudan, diğer sevgi biçimleri dahil, ayıran şey seçim özgürlüğüne vurgu yapmasıdır.
*
Genellikle aşkın "büyüsü" veya "kimyası" terimleriyle konuşuruz. Aşkın gerçekliğine rehberlik eden, onun "sihrini" sağlayan şey gizem değil fantezidir. Aşk, bir başkasını görme biçimimizde ani ama kesinlikle beklenmedik olmayan bir dönüşüm olabilir. Ve bu, "sihir"in devam ettirilmesiyle sonsuza kadar sürdürülebilen bir değişimdir. Gerçekten de aşkın tüm dünyamızı değiştirdiği fikri, duyguların genel bir özelliğidir. Sonuçta her duygu bir dünyadır; o duygunun ve onun yargılarının tanımladığı bir dünya.
*
Aşk sadece "içeriden" anlaşılabilir, tıpkı bir dilin sadece onu konuşan biri tarafından anlaşılabilmesi gibi, bir dünyanın sadece içinde yaşamış olan biri tarafından bilinebilmesi gibi. Her duygunun kendisi için bir dünya tanımladığını gördüğümüzde, o dünyanın birçok çeşidiyle neleri içerdiğini ayrıntılı olarak tarif edebilir, boyutlarını ve dinamiklerini tarif edebiliriz. Aşk dünyası diye adlandıracağımız dünya tek bir ilişki etrafında örülmüş, diğer her şeyin çevreye itildiği bir dünyadır. Aşkı anlamak, bu ilişkinin özelliklerini ve etrafında örülmüş dünyayı anlamak demektir. Vizyonumuzu ve kaygılarımızı o tek ikiliğe daralttığımız, diğer her şeyin önemsiz şeyler, engeller veya kesintiler haline geldiği bir dünya. Sıradan bir akşamın bir ömür boyu dönüm noktasına, kişinin benliğinin tuhaf bir tür çift varlığa dönüştüğü büyülü bir dünya. Bir "keşif" duygusu gibi görünebilir; aslında uzun bir arayışın, bir yaratma sürecinin bir adımıdır.
*
Yakınlık romantik aşkın özüdür. Sırları paylaşmak, "geri bildirim almanın", "belirsizliği azaltmanın" ve "sorunlarımızı perspektife koymanın" bir yoludur. Hiçbir şeyin (sözlü olarak) açık olmadığı veya gerçekten söylenmesi gerekmediği, ancak bu nedenle söylemeyeceğimiz şeyleri ifade etmeyi ve kolayca duymayacağımız şeyleri ifade etmeyi daha kolay bulduğumuz sözsüz bir dil vardır yakınlaşmada. Aşk bir bağlılık değildir. Bağlılığın tam tersidir. Sevmek, bir dizi koşulu korumak, sorumluluk almaktır. Ama kişi o dizi koşulu ve o sorumlulukları istediği için kabul eder, mecbur olduğu için değil.
*
Aşıkların dünyayı sevdiği söylenir, ancak daha doğru bir tanımlama, aşkın sistematik olarak bir çiftin kaygısını "kendi küçük dünyalarına" indirgemesidir. Paylaşılan rollere, kimliklere ve karşılıklı yaratılan erdemlere ek olarak, dünyaya karşı paylaşılan değerler ve tutumlar, paylaşılan zevkler ve mutluluklar vardır. Paylaşılan herhangi bir değer bu sayede pekiştirilir; paylaşılan bir zevk bu sayede gerçekten "keyifli" olarak onaylanır.
*
Belki de aşk değişimle, hatta ara sıra çılgınlıkla gelişir. Güvensizlikler ve belirsizlikler tarafından canlandırılır, sadece noktalanmaz. Alman filozof Friedrich Nietzsche’ye göre yaşam bir durum değil, çılgınlıktır; arzu onun özüdür, duygu ve tutku anlamıdır. Tatminsizlik yaşamın anlamıdır. Bazen hayatın bir süreç veya ilerleme olduğu söylenir, ancak tarihe bir bakış atarsak bunun bir kaos olduğunu anlarız. Aşk bir durum değil, bir dizi düzensiz harekettir. Dengesizdir, sonsuzluk sorularından habersizdir. İleriye bakar, ama sadece somut geleceğe, bir sonraki ana, bir sonraki birlikte olduğumuz zamana, geleceğe bir yolculuğa, belki de birlikte ebeveynliğe veya yaşlılığa—ama her zaman belirli olanın biçiminde. Her zaman sürekli çaba, mücadele, asla bitmeyen "çaresiz özlem" vardır.
*
Romantik aşk özgürlüktür, bağlarımızı istediğimiz gibi oluşturma özgürlüğüdür. Özgür duygusal seçim, önceden belirlenmiş toplumsal statü üzerinde hüküm sürer. Aşk dünyasına katılım bize hem duyguda hem de bazen ona eşlik eden müzikte çok belirgin olan bir öz saygı ve ihtişam duygusu sağlar. Tek bir senaryodan daha çok bir süreçtir; ilerlemesi yalnızca bir olay örgüsü değil, daha çok "diyalektik" adı verilen karmaşık ve çatışma dolu bir süreçtir. Bu, aşkın biraz zaman aldığı anlamına gelir. Aşk bir gelişmedir, karşılıklı yaratma meselesidir. Diğer birçok duygudan daha az öngörülebilir ve iniş çıkışlarında daha karmaşık olma eğilimindedir.
*
Aşkın konusu—aşk dünyasının kutupları ve gelişiminin amacı—benliğin yaratılmasıdır. Çünkü aşk aracılığıyla yaratılan benlik, paylaşılan bir benliktir, birlikte kavranan ve geliştirilen bir benliktir. Belirsiz olan sadece aşk dünyası değildir, aynı zamanda büyük ölçüde belirsiz kültürümüzün bir parçası olarak benliklerimiz de her zaman belirsizdir. Jean-Paul Sartre bunu bir paradoks olarak ifade eder, biz her zaman olduğumuzdan daha fazlasıyızdır. Aşkta, kendimizi ve birbirimizi tanımlarız, halihazırda yerleşmiş olan çok sayıda kimliğin üzerine inşa ederiz ama bazen onlara karşı savaşırız.
*
Aşk muhteşemdir. Fanteziler gerçekten de aşk için önemlidir. En yaygın fantezi biçimi basit hayal kurmaktır. Bir kimliği paylaşmak böyle hayal kurmayı, planlamayı ve hayal etmeyi içerir ve hayallerin gerçekleşip gerçekleşmediği, hatta makul olup olmadıkları her zaman önemli değildir. Dünyayı kendi etrafımızda öyle bir şekilde inşa ederiz ki tutkularımız en azından şimdilik "her şey" gibi görünür. Aşk, birçok büyük şair ve filozofun kabul ettiği gibi, herhangi bir hayranlık veya tapınma derecesi, takdir veya güzellik arzusu değildir, hatta Erich Fromm'un iddia etmeyi sevdiği gibi, "nesnesi" olan bir "karakter yönelimi" değildir.
*
Aşkta kendimizi ve birbirimizi dönüştürürüz. Aşkta dönüştürülen benlik, paylaşılan bir benliktir ve bu nedenle doğası gereği her birimizin daha önce sahip olduğu bireysel özerk benliklerle çelişir. Bazen yeni paylaşılan benliğimiz, benim (belki de bizim) daha önce paylaştığımız bir benliğin dönüşümü olabilir. Romantik aşkı bu kadar özel kılan ve onu bizim ve benzer toplumlar için bu kadar özgün kılan şey, tamamen bireysellik ve özgürlük fikrine dayanmasıdır ve bu, her şeyden önce, aşkın ön varsayımının, edebiyatımızın bazılarının tek taraflı bir şekilde kutladığı "birlik" ve "bir olma özlemi" idealiyle tam olarak çelişen güçlü bir bireysel kimlik ve özerklik duygusu olduğu anlamına gelir.
*
Aslında aşk bir mücadeledir, bazen keyifli ve her zaman temel bir mücadele, aynı zamanda karşılıklı öz kimlik ve bir bağımsızlık duygusudur. Aşıkların savaşları aşktaki boşluklar değil, onun sürecinin bir parçasıdır ve aslında aşk, mücadelenin en şiddetli olduğu bireyler arasında en güçlü olabilir.
*
Bir insanı sebeplerden ötürü sevmek, fenomenolojik olarak konuşursak, o insanı belli bir perspektiften, belli bir bağlam içinde görmektir. Aşk her ne sebeple olursa olsun var olabilir ve bir nedenin iyi bir neden olup olmadığı genel ahlakçılığa değil, paylaşılan kişilerarası kimliklere bağlıdır. Bir adım geri çekilip bakamayacağımız en karmaşık ve önemli nedenler kümesinde, aşkın en önemli nedenlerinin en nadiren belirgin olanlar olduğunu görebiliriz. Ve bu da başka bir şey söylemekten yoksun olduğumuz için, kişinin sevdiği şeyin "bütün kişi" veya "içindeki derin bir şey" olduğunu varsaymanın kolaycı yanılgısına yol açar, oysa aslında bu nedenler, diğerleri gibi, tamamen yüzeysel de olabilir. Bir insanı sadece "gerçekler" temelinde sevdiğimizi veya sevebileceğimizi söylemek tamamen yanlıştır. Bu gerçeklerden seçim yaparız ve bazılarını idealleştiririz. Hayaller, umutlar ve planlar paylaşırız. Aşkın gıdası müzik değil, fantezidir. Dahası, bu "gerçekçi" yanıt bizden imkansızı başka bir anlamda yapmamızı ister; bütünlüğü coşkuyla sarılmış bir duyguda (çoğu duygu gibi) gerçekçi olmamızı gerektirir. Nedenler önemlidir; nedenler, aşkın doğasını ve sınırlarını tanımlar.
*
Aşkın "derinliği" dediğimiz şey aslında onun ne kadar kolay veya zor aktarılabileceğinin bir ölçüsüdür. "Derinlik" tamamen zamana bağlı olmak zorunda olmasa da (bazı insanlar sadece birkaç günde ömür boyu sürecek bir bağ kurabilirler), aşkın nedenlerinin türlerine bağlıdır. Aşkta tek bir güvenlik kaynağı vardır ve bu, birlikte inşa ettiğimiz ve inşa etmekte olduğumuz dünya ve ne kadar iyi olduğudur.
*
Aşkın bir karar olduğunu söylemek sevmeye karar verdiğiniz anlamına gelmez. Bir kararın kasıtlı, düşünülmüş veya üzerinde düşünülmüş olması gerekmez; hatta bilinçli olması bile gerekmez. Belirli bir anda gerçekleşmesi gerekmez; genellikle gerçekleşir. Kişi adım adım bir şekilde karar verir. Aşk bazen tamamen bir "sıçrama"ya bağlı olabilir; ancak daha sıklıkla uzun bir karar dizisi üzerinde hareket eder. Gerçekleşen şey, kişinin geleceğe açık uçlu ancak tamamen şimdiye dayalı bir bağlamda, sevginin gelişeceği, paylaşılan ilgi alanlarının geliştirilebileceği ve paylaşılan bir kimliğin dış tehditler ve kaçınılabilir belirsizlikler olmadan en olası şekilde büyüyeceği koşulları ve bağlamı beslemeye devam edeceğine karar vermesidir. Sevgi sürekli bir süreç, basit veya tek bir senaryodan ziyade sürekli kararlar dizisi olduğu için, kişinin sevmeyi seçerken esas olarak seçtiği şey, sevginin kendisi değil, sevgiye elverişli bir dizi koşuldur.
*
Aşıklar… Her biri diğerinden tanınma beklediği için -paylaşılan kimlikte çalıştığı için- her biri diğerinin ihtiyaçlarını görmezden gelmeye çok meyilli olabilir. Bu yüzden boş iltifatlar takılmaya dönüşür ve takılma bir tartışmaya dönüşür; çekici olma çabası savunmacı hale gelir. Kırgındırlar; medeni olmaya çalışırlar. Ya da gergindirler, depresyona doğru gidiyorlardır, ancak bu garip mücadeleyi bitirecek ve yenisini başlatacak sihirli bir "tık" sesi umarak beklerler. Bazen, gerginliğin sona erdiği veya en azından çok daha heyecan verici bir gerginlik biçimine dönüştüğü bir aktivitede kendini kaybetmek bir yol haline gelir. Bazen bu, hiçbir yere gitmeyen bir "buluşmanın" ani bir şekilde sona ermesine izin veren o medeniyetin sonunu getirir—ya da hayal kırıklığı ve kararsızlıkla sonuçlanabilecek ancak yine de gergin ve tutkulu bir ilişkinin başlangıcını işaret eden konuşulacak ve tartışılacak yeni bir başlangıç haline gelir. Aşkın kendisi bir çatışmadır, ancak yıkıcı olduğu kadar yapıcı da olabilen bir çatışmadır. İki kişi asla bir olamaz. Ve yine de Aristophanes'in çok doğru bir şekilde belirttiği gibi, umutsuzca bunu yapmak isteriz. Ve bu imkânsız arzuda, bireysellik duygumuz ile "birlik" duygumuz arasındaki sürekli bir mücadele olan aşkın özü vardır. Kimlik için verilen mücadele, bazen kazanma ve kaybetme, bağımlılık ve bağımsızlık duygusunu da içerir ve nihayetinde sevgi tam da budur.
*
Zaman, aşkın sınavıdır. Aşk bir süreçtir, bir diyalektiktir. Paylaşılan bir kimliğe, paylaşılan bir benliğin yaratılmasına doğru. En önemsiz farklılıklarda bile, bireyselliğimize geri döneriz ve bir çift olarak nasıl "çalışabileceğimizi" merak ederiz. Ama sonra, uzaklaştıkça, birlikte oluşturduğumuz benlik bizi geri çeker; ayrılık çok acı vericidir, çok fazla tehlikemiz vardır, çok fazla birlikteliğimiz vardır, kaybedecek çok fazla şeyimiz vardır. Aşk bu süreçtir, bir birlik hali değil, itme ve bir araya getirmenin hiç bitmeyen çatışmasıdır. Bir süreç olduğu için zaman alır. Bir hedefi olduğu için, bu hedef nihayetinde imkânsız olsa ve hatta başka bir anlamda aşkın gidecek hiçbir yeri olmasa bile, aşkın "bir yere gittiğini" söyleyebiliriz. Aşk diyalektik bir gerilim olduğu için, yalnızca paylaşılan kimliğe doğru düzensiz ve asla tamamlanmayan ilerlemesinde değil, aynı zamanda bu bağları itip zorladığımız, aynı zamanda onları test edip güçlendirmeye yardımcı olduğumuz bireysel kimliklerin düzensiz karşı iddiasında da zamanla varlığını sürdürür. Ayrılığın başlangıcı gibi görünen farklılıklar ve çatışmalar, bizi bir arada tutan hareketin ta kendisidir.
*
Aşk her zaman metastabildir, görünüşte bir dinlenme halindedir ama her zaman gerginlikle doludur ve felakete meyillidir, ayrıca hareket etme eğilimindedir- engelleri yıkarak ve bir ilişkinin kapsamını genişletmesine izin vererek- ama bazen de yozlaşarak, çifti haftalarca dengesiz tutan yeni yaralar ve güvensizlikler yaratır. Ama en önemlisi hareketin kendisidir, yönü değil.
*
Kimlik, kişinin olmak istediği benliği (sadece diğer rollere zıt olsa bile) ilan ettiği, genellikle asimetrik rol oynamada yatar. Ve öz saygı, bu rollerin oynanmasından, kişinin rolün kendisini erdemli veya herhangi bir anlamda bir başarı olarak görüp görmemesine bakılmaksızın ortaya çıkar. "Gerçek benliklerimizi" bu tür özel ve kişisel roller açısından düşünme eğiliminde olduğumuz bir toplumda, aşık olup onları oynayacak birini bulmak, çok önemli, belki de en önemli öz saygı kaynağını sağlar.
*
Aşk belki de "her şey" değildir, ancak bize, en azından bu toplumda, başka türlü elde edemeyeceğimiz çok şey verir. Bize özellikle, daha özgür -bazen daha güvensiz olsa da- daha değişken -bazen daha belirsiz olsa da- daha samimi -çoğunlukla daha az topluluk odaklı- daha heyecan verici -bazen daha tehlikeli- olan bir benlik kaynağı verir.
*
Kelimelerin gücü, ya da en azından bazı kelimeler, bazen muhteşemdir. "Seni seviyorum" büyülü bir ifadedir. Bir duyuru değildir, aslında, bu bir taleptir. Şöyle geçer içimizden: ‘Her hareketini izliyorum. Bir saniyenin kesirlerini sayıyorum. Ne yapacaksın?’