Aptal telefonun beynime çivi çakan sesi ile açıyorum gözlerimi. Birden doğruluyorum, masanın üzerinde duran sigaradan bir dal yakıp balkona atıyorum kendimi. Cadde yine ana baba günü. İkinci nefesi çekiyorum; birden büyük sarı taşın dibine oturmuş mendil satmaya çalışan çocuk ilişiyor gözüme. Sigaranın üçüncü nefesinde ruhumu bedeninde buluyorum onun.

Anlamsız.

En soğuk köşesindeyim caddenin. Kenarda duran büyük, kat kat sarıya boyanmış, üzerinde her türlü ilanın yapışık olduğu taşın dibine oturdum.

Ayaklarım çıplak. Yağmur yağdı yağacak.

Ellerim kapkara.

Neyin karası bu?

Kir mi?

Önümden geçenlerin sadece ayaklarını görüyorum.

Yalnız ayaklar.

Güzel, parlak ayakkabılar.

Elim havada sürekli. Kolum o kadar güçsüz ki benden habersiz düşüyor bazen.

Yağmur yağıyor. 

Yoksa Tanrı da mı sevmiyor beni he?

Eve dönüyorum demeyi ne çok isterdim.

Islak köpekler gibi saçak altına siniyorum.

Parlak ayakkabılar daha bir hızlı geçmeye başlıyor önümden.

Sesler birden kesiliyor. Kokular kalıyor geriye.

Uzun paltolu, sarı saçlı ablanın aldığı döneri çıkarıyorum poşetinden.

Buz gibi olmuş, bir de pis kokuyor.

Mecburum, yedim.

Susadım.

Kaldırımdaki kilit taşlarını sayarak çeşmeye yürüyorum.

Oturdum.

Avuçlarımı izliyorum, kendi kendime, bu ellerimin karası diyorum.

Buldum!

Bu adaletin karası.

Yoksulluğun,

Yalnızlığın,

Ötekilerin.


Tam nefessiz kalıp boğulacak gibi olduğum anda uyanıyorum.

Gözüm masanın üzerinde duran sigara paketini kesiyor hemen.

Aynı yerde duruyor.

Korkudan balkona adım atacak halim yok.

Lütfen orada olmasın diyorum içimden.

Birazdan yağmur yağacak.