Yere hızla çarpan bedeni, vücuduna bir acı saplanmasına sebep olurken kulaklarında da bir uğuldama hissetmişti genç kadın. O an çocukluğunda babasından kaçıp gittiği o nehir kenarının etrafında onlarca çeşidi olan ağaçların ve içinde cıvıldaşan kuşların kendisine anlattığı hikayeleri düşündü. Onların göç edip geldikleri diyarları, oraların güzelliklerini anlatışlarını hatırladı. Neşe ile cıvıldaşmalarını, ara ara ağıt yakar gibi geride bıraktıkları sevdiklerinden bahsedişlerini düşündü. Göç eden kuşların cıvıldaşmaları, yüzlerce yıllık ağaçların yorgunluklarını dinlemişti senelerce küçük kız. Onlar da Saadet’in kalp kırıklıklarını, hüzünlerini dinlemişler; acı hikayesine ortak olmuşlardı. Her kuşa, ağaca bir isim takmış, onları dost edinmişti kendine. Küçücük bir cıvıltıyı, bir yaprağın kıpırdamasını sorusunun cevabı bilmiş, kararlarını da öyle almıştı.
Saadet denen şey onun için sadece bir isim olmuştu belki ama en azından dostları ona kararlarında yardımcı olmuştu. O kısa anda aldığı o kararların onu getirdiği noktayı düşünmüş, bu da dudaklarından acı bir inleme dökülmesine sebep olmuştu. Bu inleme onun son isyanıydı.
Bir kızı ve annesi vardı ve onlar için çalışmak zorundaydı. Bundan asla gocunmamış, aksine onların varlığı ile güç bulmuş, yılmamıştı. Sadece o iri kara gözlerinde artık yer etmiş bir umutsuzluk ve yorgunluk vardı.
Saadet daha on üçündeydi, babası onu bir malmış gibi kumar borcuna karşılık kendisinden yaşça çok büyük bir adama verdiğinde. O adama verilmeden önce her gün babasından dayak yemiş, itilip kakılmıştı. Bu zorla gelin diye verildiği evde de değişmedi. Şimdi de o adam dövüyordu onu. Babasının bıraktığı yerden İzzet denen o adam devam ederken o eve geldikten bir yıl sonra karnında hissettiği sancı ile külotunda gördüğü leke ona kadın olduğunu hatırlatmıştı. Çocuk yaşta gelin olması, defalarca o pislik herifin tecavüzüne uğraması yetmezmiş gibi bir de kadın olmuştu. Bir müddet sonra daha kendisi çocukken bir bebeği olacağını öğrenmişti. Onunla aynı evde yaşayan, ondan büyük görümcesi bir sabah mide bulantısından öğürdüğünü duyunca Saadet’e imalı gözlerle bakıp “Kız sen gebe misin?” diye sormuştu. Saadet ise boş gözlerle bakmıştı karşısındaki kadına. Kendisinden yaşça büyük olan bu kadın kocası bir kavgaya karışıp öldükten sonra kızı ile baba evine dönmüştü. Aslında o da Saadet’in çok küçük olduğunun farkındaydı ama kendisi de aynı kadere kurban edilmiş, kocası öldükten sonra kendisini bu evde bulmuştu. Anne babası zaten ölmüş, bu ev İzzet’e kalmıştı. Kocası olacak o hayırsız adam öldükten sonra da gidebileceği tek kapı olan eski baba ocağı, şimdiki kardeş kapısına gelmek mecburiyetinde kalmıştı. Bu her defasında yüzüne vuruluyor, Saadet gibi o da itilip kakılıyordu ama alışmıştı artık bu duruma. Bizim kaderimiz bu, diyordu. Biz bunu değiştiremeyiz, biz de bizden doğanlar da böyle yaşayacak. Bir nevi kabullenilmiş çaresizlikti bu onlar için ama bunun değiştirilebileceğine inanmıyorlar, ihtimal dahi vermiyorlardı. Kendisi de on altısında baba evinden çıkmış, yirmi altısında geri dönmüştü. Onun kocası ile arasında çok fazla yaş farkı yoktu ama bu kızcağız daha on üç yaşındayken kırk altı yaşındaki abisine gelin diye verilmişti. Bu kadere ne kadar lanet etsen de değiştiremezsin, diyordu Saadet’e. İzzet önceden evlenmiş ancak karısı ölmüştü ve bu eve geldiğinde Saadet’ten, kendi daha çocukken, üç tane çocuğa analık etmesini istemişti. Evde on, yedi ve üç yaşlarında üç tane çocuk vardı İzzet’in ölen karısından olan. Kendisi daha çocukken bu çocuklara nasıl annelik yapabilirdi ki? Üstelik kendisi de hamileydi. Fakat bu durum fazla sürmemişti. Çünkü o adam bir gece onu o kadar çok dövmüştü ki daha anne olmanın ne demek olduğunu anlamadan, kavrayamadan ondan koparılmıştı. Oyuncağı elinden alınmış küçük bir çocuk gibi öylece kalakalmıştı Saadet. Kendisi de çocuk değil miydi zaten? Daha on dördünde bunca şeyi yaşamak, bunca acıya maruz kalmak neyin cezasıydı? Yaşı tutmayınca dini nikahla kendine eş diye almış, üzerine bir de defalarca zorla sahip olmuştu ona o pislik adam. Bazı geceler rüyalarında onu öldürdüğünü görürdü. O zamanlar içinde bir rahatlama hisseder ancak sonrasında bundan vicdan azabı duyardı. Kim olursa olsun bir insanı öldürmek kolay mıydı gerçekten? Onu öldürürse vicdanı rahat olabilir miydi? Vicdanının sesi ona bunu yaptırmadı belki ama hep düşündürdü. O pislik ona tecavüz edip her seferinde yaptığı o iğrençlikten sonra sigaradan sararmış o iğrenç dişleriyle Saadet’e sırıtırken o da her seferinde kusmaya gitti. Her seferinde midesi daha çok bulandı. İzzet denen o pisliğin yüzünü görmek ona sadece mide bulantısı veriyordu. Ancak aradan geçen birkaç ayın sonunda büyüyen karnından da anladığı kadarıyla mide bulantısının sebebinin sadece lağım suratlı İzzet olmadığını fark etmişti, Saadet yine hamile kalmıştı. Bu defa görümcesi yoktu çünkü o lağım suratlı yine yapacağını yapmış, onu bir malmış gibi adamın birine satmıştı. Etrafında gördüğü kadarıyla bu hep böyleydi, çoğu kadın bu fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalıyor, değer görmüyor bir malmışçasına alınıp satılıyorlardı. Bir gün bir radyo programında okunan bir şiir hep aklının bir köşesinde kalmış, orada yer alan bir dizeyi hiç unutmamıştı. “Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” diyordu. Bu cümleyi hiç unutmadı Saadet, hep aklında tuttu. Annesi ona hep, kızlar annelerinin kaderini yaşar, demişti. O ise bunu hiç kabul etmek istememiş, ben annem gibi olamam, olmamalıyım, demişti sürekli. Kızına Kader adını verdi doğduğunda, kaderi güzel olsun, dedi. Kızını kucağına verdiklerinde ne hissetmesi gerektiğini bilemedi. On beşinde almıştı kızını kucağına, kendi çocukken bir de çocuk sahibi olmuştu. Küçük, çelimsiz bir çocuktu Kader ve annesi gibi iri, zeytin karası gözleri vardı onun da. Daha kırkı çıkmadan kocası olacak o pislik Saadet’i yine dövmüş, vücudundan uzun süre iyileşmeyecek çok fazla kırık ve eziğe sebep olmuştu. Aradan geçen haftalar morlukların, eziklerin ve kırıkların iyileşmesini sağlamıştı. Fakat ruhu paramparçaydı, yorulmuştu artık ve bu yaşadıklarını kaldıramıyor, kızının da aynı kaderi yaşamasından korkuyordu. Daha on beşinde bunları hissederken ilerisini düşünmek dahi istemiyordu. Bir gün annesi yanındayken ona “Ben kaçacağım,” dedi. Annesi ilk an onun ne dediğini anlayamadı ancak ikinci defa aynı şeyi söylediğinde kadın korkuyla, “Delirdin mi yavrum sen, unut bunu olmaz.” dedi. Fakat bu fikirden vazgeçmedi Saadet. Ben senin kaderini yaşamayacağım, kızımı bu kadere mahkum etmeyeceğim, demişti. Sonunda annesi de ikna olduğunda bir sabah erkenden Kader’i doktora götürme bahanesiyle annesi Şadiye ile şehre inmişlerdi. Oradan da ilk otobüs ile İstanbul’a gittiler. Onlar ertesi sabah İstanbul’da olurken onların yokluğunu fark eden İzzet ve Saadet’in babası Recep her yerde onları aramaya başlamıştı. Saadet, çocuk yaşta rızası olmadan bir adama gelin diye verildiği için başımız belaya girer korkusuyla jandarmaya da gidemiyorlardı. Kendi imkanları ile her yeri arayıp sorsalar da hiçbir yerde bulamamışlar, bir süre sonra namusumuz iki paralık oldu diye birbirleri ile kavga etmeye başlamışlardı. Saadetler ise İstanbul’a geldikten sonra önce kendilerine kalacak bir yer bulmaya çalıştılar. Saadet yarım yamalak aldığı matematik derslerinden öğrendiği kadarıyla çantasındaki takılar ve biriktirdiği paranın kendilerini ne kadar idare edebileceğini hesaplamaya çalışıyordu. Birkaç gün ucuz bir pansiyon bulup idare ettiler önce, sonrasında da bir apartmanın bodrum katını kiraladılar. Rutubetten şişmiş kapılar ve kararmış duvarlar burayı pek iç açıcı kılmasa da Saadet ve annesi önce evi boyamış, ardından güzelce temizlemişlerdi, sonra da ikinci el eşya sattıklarını öğrendikleri bir semtten iki çekyat, iki divan ve yatak, bir de buzdolabı almışlardı. Aldıkları birkaç parça eşyayı da yerleştirdiklerinde Saadet için burası artık dünyanın en güzel evi olmuştu. Çünkü kendisine aitti, ne o lağım suratlı İzzet ne de babası vardı burada. Aslında çok zor gelmişti ona İstanbul’da yaşamak. Kocaman şehirde ben nasıl yaşayacağım, anama ve kızıma nasıl bakacağım diye çok karalar bağlamıştı. Köyüm dışında bir yer görmemiş, bilmeyen ben, buralarda ne yaparım nasıl tutunurum, diye çok uykusuz kalmıştı gecelerce. Kocaman bir şehirdi burası ve kendisini okyanusta bir balık gibi hissediyordu ama küçük bir balık. Küçücük bir akvaryumun içinde daima ezilip hor görülmüş, sonra bir anlık cesaretle kendisini okyanusa atmış hayatta kalmaya çaba gösteren küçük bir balık gibiydi.
İlk zamanlar iş için çaldığı kapılar yüzüne kapanmış, ya yaşı sorun edilmiş ya da çocuk olduğu için beceremez yaftası yemişti. Günler geçtikçe ellerindeki para da azalmaya başlamıştı. Zaten temkinli harcadığı yetmezmiş gibi iki kat daha fazla düşünerek harcıyordu parayı. Bu para bir süre daha idare ederdi ama ya sonra ne olacaktı? Ya hiç iş bulamazsam o zaman ne yapacağım, diye düşünüyor geceleri anasına hissettirmemeye çalışarak gözyaşı akıtıyordu.
Saadet kırk ikinci gün iki sokak ötede bulunan bir lokantanın kapısında yazan ilanı fark etmiş, karı kocanın işlettiği bu işyerinde işe başlayabilmek için uzun süre döktüğü dil, sonunda işe yaramıştı. Saadet öğleye kadar burada bulaşıkçılık yapıyor, öğleden sonra lokanta sahibinin karısının yönlendirmesiyle yarım gün temizliğe gidiyordu. Bir yandan da bulunma korkusuyla diken üzerinde yaşamaya devam ediyordu. Bir gün onlardan biri ile karşılaşma korkusu onun elini kolunu bağlıyor, onun yüzünden annesine ya da Kader’e bir şey olmasından endişe duyuyordu. Recep ile İzzet ise ne kadar arasalar da onların izini bulamamışlardı. Aslında tanıdıkları herkes onlardan yaka silkmişti ve onlara yardımcı olmak ya da Saadet’i bulmak gibi niyetleri olmamıştı. İstanbul’da olanlar bulamadık, aradık yoklar diye her seferinde başlarında savmış; kendileri geldiklerinde de bir bahaneyle onları köylerine geri göndermişlerdi. Zaten bir müddet sonra onlar da artık ümitlerini kesmişlerdi. Sadece birbirlerini suçluyorlar, geceleri içip içip kavga ediyorlardı. Saadet hiç durmuyor, bulduğu her işe koşmaya, çalışmaya gayret ediyordu. Annesi Kader ile ilgilenirken o durmadan çalışıyordu. Kader ise günden güne büyüyor, git gide annesinin küçük bir kopyası oluyordu. Şadiye kızına “Kız Saadet, bu kız aynı sen.” dediğinde içinden sürekli benim kızım bana benzemeyecek, onun kaderi benimki gibi kederli olmayacak, güzel olacak, diyordu. Bu arada onun, çocuk yaşta çocuk sahibi olduğunu öğrenenler ona acıyarak bakıyor “Vah vah, yazık!” diyordu. Saadet zamanla alışmıştı bu tepkilere, insanlar acımış gibi yapıp üzüntüsünü dile getiriyor, yanlarından ayrıldıktan iki dakika sonra gündelik hayatlarına devam ediyorlardı. Saadet içinden kim bilir benim gibi çocuk yaşta çocuk sahibi olmuş, tecavüze uğramış, bir malmış gibi satılmış, değersizleştirilmiş kaç kız çocuğu var şu ülkede diyordu. Fakat onun hikayesini duyup gerçekten üzülen ve yardımcı olmak isteyen bir kişi çıkmıştı karşısında. Nurdan Hanım, Saadet’i daha on yedisinde tanımıştı. Evine temizliğe gelen bu cılız kız çocuğunun iş yapışını bir süre sessizce izlemiş, sonunda daha fazla dayanamayıp kaç yaşında olduğunu ve neden okula gitmediğini sormuştu. Saadet karşısındaki yaşlı kadına hikayesini anlattığında Nurdan Hanım kahrolmuş, küçücük yaşında bunca acıya maruz bırakılmış kıza çok üzülmüştü. Nurdan Hanım ve eşi Muhsin Bey üniversite hocalığından emekli olmuş, yetmişli yaşların ortalarında, hiç çocukları olmamış, birbirlerinden başka kimsesi olmayan bir çiftti. Nurdan Hanım, Saadet’in yaşadıklarına uzaktan seyirci kalamamış, bu durumu eşine açmıştı. Eşi de en az onun kadar bu kızcağızın yaşadıklarına üzülmüş ve aralarında ne yapabileceklerini düşünmüşlerdi bir süre. Bir çocuklarının olmasını çok isteseler, defalarca tedavi görseler de olmamıştı. Bir müddet sonra da bu durumu kabullenmişler, öğrencileri çocukları olmuştu. Önce Saadet’i ortaokul için kalan iki yılı ve liseyi dışarıdan bitirmeye ikna ettiler. “Biz yaşlıyız tek başımıza idare edemiyoruz, zaten bir yardımcı arıyorduk, gel bizimle ilgilen; başka işte çalışmana gerek yok.” demişlerdi. Saadet başlarda kendisine acıdıkları için bunu yaptıklarını düşünüp kabul etmek istememişti ancak hem Nurdan Hanım hem Muhsin Bey çok ısrarcı olunca kabul etmek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra yaşlı çiftin apartmanlarındaki en alt kat boşalınca oraya geçmişlerdi. Burası diğer eve göre daha iyiydi; rutubet kokmuyor, güneş alıyordu. Üstelik Nurdan Hanım’ın sürekli gittiği terzisi de annesi Şadiye’nin dikiş nakış işlerinden anladığını öğrenince ona yanında işe başlayabileceğini söylemişti. Şadiye orada çalışırken Saadet ve Kader de Nurdan Hanımlarda oluyordu. Nurdan Hanım ve Muhsin Bey Kader ile ilgilenmeyi o kadar çok seviyorlardı ki Saadet evdeki işleri hallederken onlarda küçük kız ile oynayıp onu eğlendiriyorlardı. Muhsin Bey’in artık beyazlaşmış olan saçlarından dolayı Kader onun peşinde “dede” diye gezerken yaşlı adam bu kelimenin mutluluğu ile daha da çok keyifleniyordu. Kader’in artık bir dedesi ve iki anneannesi vardı ve herkes hayatından memnundu. Saadet hem okulunu bitirmek için çabalıyor hem de işlerini yapıyordu. Aynı zamanda yaptığı el işlerini satıyor, kazandığı her kuruşu biriktirmeye, kızına güzel bir gelecek vermeye çaba gösteriyordu.
Bir sabah kendi evlerinde kahvaltı yaparlarken bir gazetenin yerel haber ekinde ilk kendi köylerinin adını fark etti, sonrasında da babası olacak o adamın küçük vesikalık resmini. Haberde, adamın kumar borcu yüzünden öldürüldüğü yazıyordu. Saadet ne tepki vermesi gerektiğini bilemedi bir an. Üzülmeli miydi ya da gerçekten üzülebilir miydi? Kendisini daha çocuk yaşta kendi kumar borcu için satan, defalarca tecavüze uğramasına neden olan, çocuk yaşta çocuk sahibi olmasının ve bunca acının sebebi olan o adama gerçekten acıyabilir miydi ya da onun için bir damla gözyaşı dökebilir miydi? “Asla!” demişti kendi kendine “Bunca acıyı yaşamamın sebebi o adamın uğruna tek damla gözyaşı dökemem.” demişti. Sofrada karşısında kahvaltısını yapan annesi, onun bu halini sorgulayan gözleriyle izlemişti bir müddet. “Kız ne oldu sana, yüzün kireç gibi oldu?” Saadet, annesine birkaç saniye boş gözlerle bakmış, sonra derin bir nefes alıp “ Kocan ölmüş.” diyebilmişti sadece. İlk an idrak edemedi Şadiye, dümdüz bir ifadeyle baktı karşısında oturan kızının gözlerine. Fakat bir süre sonra kızının söylediğini kavrayabildiğinde “Recep ölmüş mü?” demişti şaşkınlıkla. Saadet sadece onaylar şekilde kafasını sallarken Şadiye’de kocası olacak o adamı düşündü. Yaptığı rezillikleri, en çok da Saadet’e yaptıklarını düşündü. Ona da kızına da gün yüzü göstermemişti. Şadiye hep daha fazla çocuğu olmadığı için içten içe şükretmişti. Şadiye titrek bir nefesi dışarı bıraktıktan sonra yeniden konuşmaya başladı.
-Anam, bu dünyada insanlara iyilikten çok kötülük yapmış bir insan öldüğünde “Amelince rahmet bulsun, fazlasını görmesin” derdi. Benim de onun ardından diyebileceğim tek şey bu, fazlasını görmesin.
Söylemedi de Şadiye, ne o ne de Saadet, fazlasını söylemediler. Gündelik hayatlarına döndüler, hayatlarına aynı şekilde devam ettiler. Günler, haftalar, aylar hızla geçip giderken Kader de büyüyordu. Yedi yıl geçmişti ve Saadet liseyi dışarıdan bitirmiş, Kader de on yaşına girmişti. Saadet, kızı ile yeni şeyler öğrenirken en az onun kadar heyecanlanıyor, mutlu oluyordu. Kader artık babasını sormaması gerektiğini de öğrenmişti bu süre zarfında. İlk sorduğunda annesi yok dese de sonrasında da sorgulamaya devam etmesi sonunda onun “Baban bizi terk etti, istemedi. Senin annen de baban da benim.” demesine sebep olmuştu. Bu Kader’in küçük kalbini kırsa da kabul etmiş, tekrar sormamasını sağlamıştı. Günler hızla geçerken bir sabah Nurdan Hanım’ın kalp krizi geçirdiği haberini aldılar Muhsin Bey’den. Hayatlarına Saadet ve Kader girdiğinden beri nasıl da mutlulardı. Kader ile Saadet’in büyümesine şahit olmuşlar, onları hayatlarının son yıllarında onlara verilmiş bir hediye olarak görmüşlerdi. Saadet’in üniversiteyi de okumasını istemişler ancak Saadet, Kader’in okulunun öncelikli olduğunu söyleyip çalışması gerektiğini belirterek üniversite okumayı şimdilik istemediğini dile getirmişti. Nurdan Hanım bu durumu ne kadar tasvip etmese de Saadet’in kararına saygı duymuş, en azından onun farklı işlerde çalışmasına ya da temizliğe gitmesine mani olmak amaçlı sadece kendi evlerinde iş yapmasını sağlamış, yaptığı el işlerinin de satılmasına yardımcı olmuştu. Saadet bunları düşünürken bir yandan da Nurdan Hanım ile beraber gittikleri ilk sinemayı, tiyatroyu, müzikali hatırladı. Onlarla ne kadar çok ilk yaşamıştı; hiç bilmediği yerleri, hiç tatmadığı lezzetleri keşfetmişti onlar sayesinde. Nurdan Hanım ve Muhsin Bey ona anne ve baba olmuşlardı. Bunları düşündükçe Saadet daha çok ağlıyor, Nurdan Hanım’a bir şey olmasından korkuyordu. Aradan geçen birkaç günün sonunda doktor, Nurdan Hanım’ın durumunun iyiye gittiği söylemişti. Bu haber herkesi sevince boğarken bir haftanın sonunda da hastaneden çıkıp eve gelmişlerdi. Saadet onunla bir bebekmiş gibi ilgilenirken her şeyine dikkat ediyor, ilaçlarının saatini asla aksatmıyordu.
Bir akşamüstü yemek yedikten sonra Şadiye, Kader’in ödevlerini yapması için onunla eve inmiş, Muhsin Bey kitap okurken Saadet ve Nurdan Hanım da salonda oturmuşlardı.
“Benim yüzümden günlerdir perişan oldun sen de kızım...”
Yaşlı kadının söylediği şeye hemen karşı çıkan Saadet,
“Olur mu hiç öyle şey, siz bana asla yük olmazsınız. Hem anne baba evladına yük olur mu hiç? Siz benim ikinci annem oldunuz, bana sahip çıktınız. Demeyin öyle, siz böyle konuşursanız asıl o zaman benim gücüme gider, siz benim Nurdan annemsiniz.” demişti.
Yaşlı kadın o kadar mutlu olmuştu ki Saadet’in söylediklerinden dolayı yeşil gözlerinden birer damla yaş düşmüştü. Karşısındaki genç kadının da iri kara gözleri dolmuş, ona her zamanki minnet ve sevgi ile bakmışlardı.
-Benim annem kaderine razı olmuş bir kadındı. Bana hiç kötü söz etmedi, kendince korumaya çalıştı fakat yetmedi. Bundan dolayı ona kızamam, çünkü o da öyle görmüş, bu düzeni değiştiremem sanmıştı. Beni babamın bir malmışım gibi kumar borcuna karşılık o adama verdiği o gün bana “Kızlar annelerinin kaderini yaşar, benim kaderim neydi ki senin kaderin ne olsun bahtsız yavrum!” demişti. Ben bu lafı asla unutmadım ve kabul de etmedim. Bunu yapamazdım, böyle yaşayamazdım. Kader’e gebe kaldığımı anladığımda çocuğuma bu kaderi yaşatamam, onun kaderini ben yazacağım dedim. Doğduktan sonra, o lağım suratlı adam beni öldüresiye dövdükten sonra yemin ettim, kendi kendime iyileşir iyileşmez kurtulacaktım ondan, kızımı da kendimi de kurtaracaktım. Anama meramımı açıp “Sen de gel bizimle,” dediğimde ilk başta kabul etmedi. Fakat sonra o da ikna oldu. Buraya ilk geldiğimde ne yapmam gerektiği konusunda tek bir fikrim yoktu. İki yıl kendi başıma mücadele verdim. Hikayemi her duyan vah vah deyip kendi hayatına devam ediyordu ama bu ülkede zaten insanlar böyle acı olaylara şahit olduklarında iki dakika acıyor, sonrasında gündelik hayatlarına hiçbir şey olmamış ya da yaşanmamış gibi devam etmiyorlar mı zaten? Sonra bir gün siz çıktınız karşımıza, benim buraya geldiğim ilk an ne yaşadığımı merak ettiniz ve sadece üzülmekle kalmadınız, bana bambaşka bir hayat verdiniz. Kol kanat gerdiniz, benim en azından liseyi bitirmeme vesile oldunuz. Biliyorum üniversite okumamı da çok istiyorsunuz. Size söz Kader üniversiteyi kazansın, onu okutayım, sonra ben de hazırlanacağım sınava. Şu an olmaz ama Nurdan annem; önce kızım için çalışmam, ona iyi bir hayat vermem lazım. Ben buraya ona güzel bir gelecek verebilmek için geldim. Benim kaderim gibi bir adamın iki dudağının arasında olmasın istedim. İzin verin bunu yapayım…
Karşısındaki genç kadını dinleyen yaşlı kadın şefkatle baktı onun gözlerine. Daha dün gibiydi bu eve ilk gelişi; çelimsiz vücudu, utangaç bakışları ile eğdiği başıyla her denileni yapar, sesi hiç çıkmazdı. Nurdan Hanım ve Muhsin Bey hikayesini öğrendiklerinde çok üzülmüşler, hiç tereddüt etmeden onlara sahip çıkmışlardı. Sonra Kader ile beraber Saadet’in büyümesine şahit olmuşlardı. Saadet büyüyüp güzelleştikçe onu beğenen erkekler olmuş ancak Saadet onları kesin bir dille reddetmişti. Erkeklerden o kadar çok nefret ediyordu ki şu hayatta karşısına çıkan ve art niyeti olmayan, güvenebileceği tek erkeğin Muhsin Bey olduğuna inanıyordu. Diğer bütün erkekler sadece mide bulantısı veriyordu ona.
Günler hızla geçiyor, bu sürede Nurdan Hanım da daha iyiye gidiyordu. Bir haftasonu sabahı kahvaltı için Saadet ve Kader yukarı çıkarken Şadiye de terzideki iş yoğunluğundan dolayı dükkana gitmişti. Saadet ve Kader kendilerine verilen anahtar ile kapıyı açtıklarında ikisinin de uyanmış olduklarını görmüşlerdi. Küçük kız neşeyle onların yanına gidip yanaklarına birer öpücük bıraktıktan sonra,
-Günaydın Nurdan anneanne günaydın Muhsin dede! demişti.
Kader onlara bu şekilde hitap ettikçe nasıl da mutlu oluyorlardı. Muhsin Bey onu kollarının arasına alıp sıkıca sardıktan sonra yanağına bir öpücük bıraktı.
-Günaydın benim akide şekerim, güzel çiçeğim... dedi.
Yaşlı kadın onların bu halini gülerek izlerken yerinden kalkıp üçlü koltukta oturan Muhsin ve Kader’in yanlarına oturdu. Aynı şekilde o da Kader’e sarılıp yanağına bir öpücük bırakırken Kader de onlara bıcır bıcır bir şeyler anlatıyordu. Saadet onların bu hallerini tebessümle izlerken bir süre sonra kahvaltı hazırlamaya koyuldu. Güzel bir kahvaltı hazırlayıp onları sofraya çağırdıktan sonra aynı neşe ile yaptılar kahvaltılarını. Kahvaltıdan sonra Muhsin Bey karısının yanağına bir öpücük bırakıp “Ben biraz kitap okuyayım.” demiş, Saadet günlük işlerini yaparken Kader ve Nurdan Hanım da Fransızca çalışmaya başlamışlardı. Bir süre sonra ara verdiklerinde yaşlı kadın uzun süredir sesi çıkmayan eşinin çalışma odasına gitmek için ayaklanmıştı. Koridordaki konsolun tozunu alan Saadet, geçerken ona gülümseyip işine devam ederken odaya girdikten bir süre sonra duyulan acı çığlık elindeki biblonun korkuyla yere düşmesine neden olmuştu. Biblo yerde tuzla buz olurken korkarak yavaş adımlarla odaya doğru yürümüş, bu sırada gözlerinden birer damla yaş süzülmüştü.
Üç gün hiç konuşmadı Nurdan Hanım, gelen taziyeleri kafasını sallayarak kabul etti. Saadet ise hem ağlıyor hem de giden gelenlere servis yapıyordu. Kader de en az annesi kadar üzülmüş, Muhsin dedesinin ardından çok gözyaşı dökmüştü. Yedi günün sonunda artık yavaş yavaş insanlar çekildiğinde Saadet Nurdan Hanım’ı yıkamış, saçlarını kuruttuktan sonra yatağına yatırmıştı. Yaşlı kadının beyazlaşmış saçlarına dudaklarını bastırıp derin bir nefes aldıktan sonra “Biraz uyuyun anne.” demişti sessizce. Yaşlı kadın ona yorgun gözlerle bakarken titreyen elleri ile Saadet’in yüzünü okşayıp,
"Benim güzel kızım, ömrün de adın gibi olsun, baban beni almaya gelecek, bu yüzden ben çok mesudum." demişti onun gibi sakin bir mırıldanışla.
Saadet ona içeride olduğunu söyleyip odadan çıkarken o da buruk bir tebessümle genç kadının arkasından baktı. Saadet gece birkaç defa yaşlı kadını kontrol etmiş, uyuduğunu görünce odadan sessizce çıkmıştı. Sabaha karşı genç kadın uyuyakalmış, açık pencereden gelen korna sesiyle uyuduğu koltuktan sıçrayarak kalkmıştı. Havanın aydınlandığını fark edince lavaboda yüzünü yıkayıp Nurdan Hanım’ın odasına gelmiş ancak onun nefes almadığını anladığında ne yapacağını bilemeden öylece kalakalmıştı. Bir müddet sonra içinde hissettiği o kor parçası dudaklarından acı bir çığlık olup dökülmüş, dizlerinin üzerine çöküp bağıra bağıra ağlamaya başlamıştı. Lanet ettiği kaderinin en güzel hediyeleri olan iki insanın arka arkaya ölümüne isyan edip ağıt yakmıştı. Uzun süre kendine gelemedi Saadet. Nurdan annesini ve Muhsin babasını bir hafta içerisinde kalp krizinden kaybetmişti. Günlerce, gecelerce onların evine çıkıp saatlerce ağladı. Bir gün gelen bir telefonda tok sesli bir adam ona Nurdan Hanım ve Muhsin Bey’in avukatı olduğunu ve ofisine gelmesi gerektiğini söylemişti. Adamın verdiği adrese gittiğinde 70’li yaşlardaki adam oturdukları evi ve bankadaki paralarını onlara bıraktıklarını, paranın yönetiminin Kader on sekizine girene kadar vasi olan annede olacağını, evi de Saadet’e bıraktıklarından bahsetmişti. Saadet, karşısındaki adamı şaşkınlıkla dinlerken bir müddet ne tepki vereceğini kestiremedi. Sonunda yutkunup konuşmaya başladı.
-Ben öyle banka, para idaresi falan bilmem. Keşke onlar yaşasaydı da ben bir kuruş görmeseydim. Onların varlığı bana en büyük güç, ardımdaki dağ olmuştu. Bundan kimseye bahsetmeyin Nurdan annemin ve Muhsin babamın evi aynı şekilde kalacak, ben onların evinde onlar yokken yaşayamam. Bankadaki para da kalsın şimdilik, yani Kader’inmiş zaten yaşı geldiğinde, aklı erdiğinde kullanır. Şimdi ben çalışıyorum çok şükür bakarım ona.
Yaşlı avukat şaşkınlıkla dinlemişti karşısındaki genç kadını. Başlarda hiç tanımadıkları birine mal varlıklarını bırakmış olmalarını hiç tasvip etmemiş olsa da şimdi Saadet konuştukça aldıkları kararın ne kadar doğru olduğunu anlıyordu.
Saadet o günden sonra aynı hayatına devam etti. Ara ara sıkıldıkça yukarı çıkıp hem temizlik yaptı hem de ağlayıp onlara içini döktü. Annesine de Kader’e de ne o evle ilgili ne de bankadaki para ile ilgili tek kelime etmedi. Eskisi gibi yeniden temizliğe gitmeye devam etti. Aynı zamanda yine elişi yapıp satıyordu. Kader’im kendini kurtarsın, o zaman ben de rahat edeceğim diyordu. Buna inanmak istiyor, bunu düşünerek ayakta kalıyordu. O çalışıp çabalamaya devam ederken aradan geçen yıllarda Kader de iyi bir lisede okumuş ve geçen ay üniversite sınavına girmişti. Kızının başarısı onu daha da güçlendiriyor, umutlandırıyordu ve inanıyordu, üniversiteyi de kazanacaktı Kader. Ancak bu sırada annesinin kanser olduğunu öğrendiler. Saadet onu da kaybetmeye dayanamazdı, bu yüzden de iyi olması için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ameliyatın ardından aldığı kemoterapiler ilaçlar biraz işe yaramış, hastalığı biraz olsun yavaşlatmıştı. Ancak bu süre zarfından Saadet, Kader için yaptığı bütün birikimi harcamıştı ve annesi bunun farkındaydı. Bir sabah beraber kahvaltı masasında otururlarken son zamanlarda iyice zayıflamış olan kızı Saadet’e baktı üzgün gözlerle.
-Bütün paranı benim için harcadın, üstelik iyileşemedim de senin başına kaldım. Şimdi ne yapacağız yavrum?
Annesinin bu konuda kendisini çok üzdüğünün farkındaydı. Ona defalarca önemli olanın sağlığına kavuşmak olduğunu, paranın yine kazanabileceğini söylemiş ancak ikna edememişti. Bu konu hakkında daha fazla kendisini üzmemesi için Nurdan hanımlardan kalan mirastan bahsetmiş, bir zorluk yaşarlarsa o parayı kullanabileceklerini söylemişti. Ancak o bunları anlatırken bu konuşmaya şahit olan kişi sadece annesi olmamıştı. Annesi minnetle onları anarken kızının da sırf Kader’i düşündüğü için o paraya dokunmadığının farkındaydı. Fakat Kader öyle düşünmüyordu. Duyduklarından dolayı annesi için çok da iyi şeyler düşünmemişti. Öfkeyle onların yanına geldi.
-Sen nasıl böyle bir şey yaparsın? Beni hiç mi düşünmedin, bunca varlık arasında bize yokluk çektirmek nasıl bir annelik? Senden nefret ediyorum, bizi bu küçücük eve mahkum ettin rahat bir yaşam sürmemize müsaade etmedin!
Saadet, kendini anlatmaya çalışmak, aslında yapmak istediğini açıklamak istese de Kader izin vermeyip daha ağır ithamlarda bulunuyor, ona adeta nefretini kusuyordu. Bir süre sonra ise konuşmanın sonunda annesini gözünde suçlu ilan etti ve daha fazla konuşmasına fırsat vermeden evden çıkıp gitti.
Saadet için o an dünya başına yıkılmıştı, bütün emeklerinin çöpe gittiğini hissetti o an. Kızına gerçekten çok sefil bir hayat mı vermişti? Bu lafları hak etmiş miydi? Çalışıp çabalayıp kızının her istediğine yetmeye çalışırken, bunu kendi başına yapabildiğini görüp kendini mutlu hissederken aslında yanlış mı yapmıştı? Tek istediği kızını kendi çabalayarak okutmak, zamanı geldiğinde ona bu paradan söz etmekti. Fakat olmamıştı… Bunca lafı hak ettim mi diye defalarca sordu kendine. Saadet’in o gün kızından duydukları çok ağır geldi. Yutmaya çalıştı, daha çocuktur, küçüktür dedi ama yutamadı. Kendisi için hiçbir şey istememişti ki o, tek istediği kızının kaderinin de kendi kaderi gibi katran karası olmamasıydı. Buna izin vermek istememiş, bunun için mücadele vermişti ama onu bile becerememişti.
O gün üç sokak ötede oturan Cavidan Hanımlara temizliğe gittiğinde hep Kader’in o sözleri yankılandı Saadet’in kulaklarında. Kendi içinde verdiği savaşın dalgınlığı mıydı yoksa kendini artık amaçsız ve yaşamaya değer görmemesi miydi bilmiyordu ama bir an kendini boşlukta buldu. Yüzüne çarpan rüzgar ve hızla aşağı doğru düşüşü ona çocukluğunu hatırlattı. Çocukluğu var mıydı ya da hiç çocuk olmuş muydu emin değildi Saadet ama en azından o adamdan ve babasından kaçabildiği kadarıyla çocuk olmuştu. İçindeki acıyı ve çaresizliği o cıvıldaşan kuşlara ve ağaçlara anlatabildiği, onların gölgesinde ağlayıp dertleşebildiği kadarıyla çocuk olmuştu. Peki şimdi o bunca çabasının boşa olduğunu görmenin verdiği hayal kırıklığını ne yana haykıracaktı? Haykıramadı genç kadın, sesi çıkmadı… Belki şaşkınlıktan, belki de korkudandı. Sen bunca acıyı boşa çekmişsin be Saadet, diye kendi kendisine itiraf edebilecek cesareti var mıydı gerçekten? Birkaç saniyelik bir an da olsa o kısacık zaman diliminde bunu kendine itiraf edebilir miydi?
Saadeti geç bulup az tadan genç kadın, daha 32 yaşında toprağa karışmıştı. Yere hızla çarptığı o an son nefesini vermeden önce aklına Kader gelmiş, “Onun kaderini bana benzetme.” diye dua etmişti içinden. Bu dünyadan çok az saadete erişmiş, gariban bir Saadet geçmişti fakat kimse bunu tam olarak bilmemişti. Akşam haberlerinde iki dakika, gazetelerde de üçüncü sayfalarda, köşede kendine bir yer bulmuş, sonra unutulup gitmişti. Zaten bu ülkede de Saadetler bitmezdi, unutulanların yerine yenileri eklenir, sonra onlar da unutulurdu. Saadet de biliyordu bunu “Bir gün başıma bir şey gelir, ecelimle ölmezsem hikayemi duyan insanlar gibi sahte vah vahları mı uğurlayacak beni?” diye kendi kendine içten içe soruyordu. O sahte vahlar bir de anasının yürek yangınını belli eden ağıtları uğurlamıştı Saadet’i.
Kader annesinin ölümünden on üç gün sonra 18 yaşına girdi, otuz sekiz gün sonra da anneannesi öldü.
Saadet belki hiç bilmedi ama Kader üniversiteyi kazanmıştı fakat onun sonu da mutlu bitmemişti. Yanlış arkadaşlıklar ve madde bağımlılığı onun sonu olmuştu. Saadet belki de bunları görmediği için şanslıydı. Kader’in kendisine ettiği laflardan daha çok yaralardı onu böyle bir sonla görmek. Bazen bazı şeyleri görmektense onlara şahit olmadan ölmek daha iyiydi. Saadet de iyi olanı yapmıştı.
Kızının kaderi kendi kaderi gibi kederli olmasın istemiş, buna çabalamış, bunun için mücadele vermişti ama o değiştirmeye çalıştığı kaderin kendi kederli sonu kadar acı bir şekilde bitişini hiç bilmemişti.