Alarmın o insan beynini hoplatan sesiyle yeni bir maceraya uyanıyordum. Her sabah olduğu gibi gözlerim yarı kapalı şekilde alarmı susturmak için kolumu komodinin üstünde duran saate attım. Dedemden yadigâr saatin üstünde bir tavuk ve yavrularının otlandığı, geniş kıvrımlı akrep ve bir o kadar da zarif uzun yelkovan desenli saatti bu. Belki de ne mutlu anılara ve ne acılara şahitlik etti bu eski saat. Macera diyorum, evet çünkü hayata tutunmak için her gün kendimi yeni hikayeler uydurmak zorunda hissediyorum.
Sonbaharın sonlarına doğru, kendini insanlara tekrardan buradayım, gitmedim diye hatırlattığı bir dönemdi. Sabah erken saatlerde evden çıkarken havanın insanın içine işleyen serin ve hüzün dolu hislerini yaşıyordum. Kimine göre sadece üşüme hissini gerçekleştiren bir eylem ama bana göre hayatın o buruk tadını insana hatırlatan birkaç saatten farksızdı. Rutin hazırlıklar tamamlandıktan sonra sokağa fırladım. Ağaçlardan artık ayrılma vaktinin geldiği dalların teker teker soğuk kaldırımlara bıraktığı kurumuş yapraklar, kaldırım kenarlarında rüzgârın da etkisiyle bana eşlik ediyordu. Mevsim boyunca sokaklardan geçen insanları izler, bir dahaki mevsime gelene kadar kaybolup giderlerdi. Kaybolup giderken ne hikayeler götürüyorlardı acaba? Çoğu insanın unuttuğu veya unutmak istediği türlü türlü hikayeleri sırtlıyorlardı belki de. Kendi kendime konuşarak sabahın ilk vapuruna doğru yola yürümeye devam ettim. Senelerdir aynı vapuru her sabah paylaştığım insanlar vardı. Kocasından şiddet gören ama ailesine karşı gelip kaçtığı için utancından sesini çıkaramayan Aysel olurdu vapurun en ön kısmında. Her yere geç gelen biri olur ya, bizim de Orhan vardı. Tam vapur kalkmış,
demir çekilip kapılar kaldırılırken atlardı vapura. Yeni bebeği olmuştu. Sabaha kadar çocuk sallamaktan uyuyamıyordu garibim. He bu sabah yolculuğumuzun bir de yaşlı amcası da var tabii ki. Aramızdaki en bilgin kişi olarak görürdüm onu. Senelerdir yaşıyor çoğumuzun nefret ettiği bu hayatta. Çok konuşmazdı, daha doğrusu boş konuşmayı sevmezdi. Emekli olmasına rağmen pazar günleri hariç haftanın her günü dükkânı açmadan yapamazdı. Başlarda parayı çok seven biri olarak tanımlardım zihnimde Ömer amcayı. Ama onu tanıdıkça hayatının son günlerinde bile umut ve özveri ile hayata tutunma çabası beni etkiliyordu. Vapur sabahın ilk saatlerinde on beş dakikada götürürdü beni gideceğim yere. Akşamları iş dönüşü bu yolculuk yarım saate yakın sürerdi. Vapurdan inmeye yakın o ayazlı sabahın son saatlerine yakın belirirdi güneş gökyüzünde. Ayazdan kalma serinliğe karşı savaş açardı sanki. Kapalı Çarşı'ya doğru yol alırken ayazdan hala açılamamış ayaklarım, güneşin ilk ışıklarıyla açılırdı. Kapalı Çarşı yavaş yavaş hareketlenmeye başlardı. Herkes birbirini selamlar, dükkanlarının kilitlerini açıp, kepenkleri kaldırıp insanlara sunardı dükkanlarını. Bu arada Ömer amca benim yan dükkanımdaydı. Babadan kalma baharatçılık mesleğini devam ettiriyordu. Ama onun bu işte el vereceği ne çocuğu ne torunu vardı. İki erkek evladından birini okutup yurt dışına göndermişti. Diğerinin okumasını çok istemiş ama başaramamıştı. Evlendiğinden beri eşinin babasının yanında çalışıyordu. Bir tane de kızı vardı. Liseyi bitirdikten sonra okutmayıp uzaktan akraba aracılığıyla zengin bir koca bulup vermişlerdi. Uğramazlardı dükkâna hiç, belki yılda bir iki defa gelir torunlarını getirirlerdi. Ömer amca işlerin yoğun olmadığı vakitlerde benim dükkanıma gelir, rafları karıştırıp bir kitap seçer, onu bitirene kadar da geri getirmezdi. Her kitap bitirdikten sonra kitap okumaya çok geç başladığını söyler, bazen dükkânın etrafında dolaşan çocukları yanlarına alır, onlara öğütler verir, raflarımda bulunan çocuk kitaplarından hediye ederdi. Ben ise gün içinde genelde çoğu kişinin yüzüne bile bakmadığı tozlu kitapları siler, bazen içlerinde ilk sahiplerinden kalan kalıntılara bakar, onlar hakkında hikayeler kurardım. Acaba yazarlar bu eserleri yazarken okunmaz endişesine girmişler miydi? Sanmam. Girselerdi yazmazlardı belki de. Bazen de oturup düşünüyorum, neden bir kitapçı açtım diye. Ben çocukken kitap mı görmüştüm etrafımda? Kimse bana kitap alıp oku dememişti. Nereden geliyordu bu tutku? Liseye kadar kitapla tanışmamış bir çocuk, o yaştan sonra nasıl bu kadar sevebilirdi ki kitapları? Her gün bu sorulara cevap arar, bazen de yeni sorular ekler, cevaplarını düşünüp dururdum. Ayyaş bir baba, çocukları için o gaddar adama katlanan, Tanrının çok sevdiğini düşündüğüm bir anne ve dört tane kardeşten oluşur benim ailem. Ailede tek lise okuyan bendim. En küçük olmam belki de annemin benim için verdiği mücadelenin tek sebebiydi. Liseyi bitirip, iyi bir üniversitede okuyup annemi gururlandırmam gerekiyordu. Ama başaramadım. Annem de buna hiç üzülmedi ya da beni üzmemek için sakladı duygularını. İlk kitapla tanışmam da lise sıralarında başladı. Okulda neredeyse herkesin nefret ettiği ama benim hayata bakış açımı değiştiren o öğretmenim vesile olmuştu. Farklı düşünüyor, diğer öğretmenler gibi baştan salmıyordu öğrencilerini. Hani âşık olursun ya öğretmenine ilkokul sıralarında, işte ben o aşkı lise sıralarında tattım. Konuşması, fikirleri ve davranışları beni o kadar etkiliyordu ki bazen ders anlatırken onun ne kadar muazzam bir insan olduğu düşüncesine takılıp kalırdım. Bir zaman sonra o da beni kendine yakın görmeye başladı. Benimle boş vakitlerinde konuşur, derslerime yardımcı olurdu. Okulun kütüphanesinde çok az kitap vardı. Kendi evinden bana kitap getirir, onları okuduktan sonra kitap hakkında benimle konuşmak isterdi. Ben de her satırı iyice aklıma kazırdım çünkü beni, yaşadığım hayatın dışında farklı hayatlar yaşatıyordu kitaplar şu bir ömürlük dünyada. Çok arkadaşım yoktu, sessiz sakin bir çocuktum. Okula gelmesem yokluğum bile fark edilmezdi. Lise benim için o öğretmenimle birlikte geçen dört mükemmel yıldan ibaretti sadece. Arada İstanbul’a yolu düşerse gelir dükkanıma, eski günlerdeki gibi kitaplar hakkında konuşur, bazen eski anıları hatırlar, onlar hakkında sohbet ederdik. Her farklı kitap okuyuşumda yeni bir hayat ekliyordum yaşamıma. Bazen bir çocuk olur uçurtma uçurur, bazen büyük bir adam olur hayata dair mücadele verirdim. Bazen sevdiğinin peşinden çöllere düşen Mecnun olur, bazen dağları delen Ferhat olurdum. Kitapları teneffüslerde veya boş derslerde okurdum. Eve genelde kitap götüremezdim. Götürürsem bile gece gizlice camın dibine geçer Ay'dan gelen ışığın yardımıyla yeni hayatlara yelken açardım. Gizli okuyordum çünkü babam görürse kitaplarıma zarar verir diye korkuyordum. Birkaç gece annemin kalkıp camın dibinde beni kitap okurken gördüğünü fark ettim ama belli etmedim. Kapı aralığından beni izler, gözlerinin dolduğunu hissederdim. Kitap okumama mı seviniyordu acaba yoksa korkudan gecenin köründe kalkıp cam dibinde kitap okumama mı hüzünleniyordu, hala karar veremedim.
Gün içinde eskiye göre beş altı kişi uğrar, aralarından belki bir iki kişi kitap alır, diğerleri bakınır giderdi. Tek başıma yaşadığım için kendimi zor da olsa geçindiriyordum. Dükkân kirasını anca çıkarıyor, artan para da ev kirası ve ihtiyaçlarına gidiyordu. Hayatım genel olarak dükkân ve ev arasında gidip geliyordu. Arada sahile iner, cebimdeki paranın durumuna göre çay içerdim. İstanbul’a geleli çok uzun zaman olsa da buranın insanlarını hiç kendime yakın göremedim. Kendi çıkarları için yaşayan, karşındakini hiç düşünmeyen ucuz insanlarla doluydu bu şehir. Hep bir koşuşturması, gürültüsü eksik olmazdı. İstanbul’a geldiğimde on dokuz yaşındaydım. Ayyaş babanın çektirdiklerinden artık bıkmıştım. Kaçmayı kurtuluş yolu olarak görüyordum. Geride annemi bırakmanın hüznü hep vardı. Sonralarda ona ulaşıp yanıma gelmesini söylesem de bırakamıyordu doğup büyüdüğü yeri. Ya da ne kadar kötü olursa olsun kocasını seviyordu belki de hala. Görücü usulü evlenmiş annem. On altı yaşında kocaya vermişler. Başlarda iyi bir işi varmış babamın. Kendi yağlarında kavrulup gidiyorlarmış. Ben doğana kadar dört tane kız evladı dünyaya getirmiş annem. Babam her kız çocuğu olduğunda anneme nefreti artmış ve çileden çıkmış. Ablalarımın hepsi akrabalarımın tanıdıklarıyla evlendi. Ben doğduğumda babam artık çekilmeyecek bir adam haline gelmiş. Erkek evlat isteği başlarda onu biraz hayata döndürse de yeni yaşantısı onu o çukura tekrardan çekmişti. İstanbul’a ilk geldiğimde birkaç gün akraba, eş-dost gibi tanıdık insanların evlerinde kaldım. Ama tabii ki o insanlar da sizi ne kadar sevebilir, bağrına basabilir ki? İlk başta bir bakkalın yanında çırak olarak işe başlamıştım. Çok geçti yaşım ama mecburdum, on iki yaşındaki çocuğa davranır gibi davranıyorlardı bana. Dokunuyordu belki ama mecburdum, ses çıkaramazdım. Biraz orada çalıştıktan sonra farklı işlere kendimi atıp durumumu biraz düzeltmiştim. Sonra biriktirdiğim parayla kitap merakımı da ekleyerek bu dükkânı tuttum. Başlarda çok kitap satıyordum ve kitapların içinde kendimi çok mutlu hissediyordum. Ama zamanla insanlar artık kitap okumamaya başladı. Anlam veremiyordum, neden kitap okumaktan kaçar insanlar? Yaşayamayacağı hayatları yaşatıyordu kitaplar insanlara.
Gene sıradan günlerden biri olarak devam eden o gün, kapıdan içeriye bir kadın girdi. Girerken çok dikkat etmedim zaten, herkes gibi bakar gider diye düşündüm. Biraz vakit geçtikten sonra kafamı kaldırdım. Sanki rafların arasında dans ediyordu. Bir o bölmeye, bir diğer bölmeye... her kitaba hâkim gibi süzülüyordu dükkânın içinde. Sessizce izlemeye devam ettim. Bu durum beni çok etkilemişti. Belki uzun süre sonra kitaplara ilgili birini görmek dikkatimi çekmişti. Yüzünü tam seçemedim ilk başta. Beline kadar uzanan sarıyla siyah arasında giden uzun saçları vardı. Raflar arasında giderken bir oraya bir buraya sallanıyordu. Tam yerimden kalkıp kadınla ilgilenecektim ki o muazzam suratını bana dönünce kalkmaya çalıştığım koltuğa geri oturup donup kalmıştım. Bir süre sessizlik hâkim oldu dükkânın içinde. Bakışlarımız konuşuyordu sanki.
“Merhaba,” dedi. Aslında sadece merhaba dememişti. O güzelliğin büyüsüne kapıldığım için merhabadan sonra söylediklerini anımsayamadım. Garipsemiş tavırla bana bakarken kendime gelip kısık bir sesle kekeleyerek “Merhaba,” diyebildim. Kadın şaşırmış şekilde beni süzmeye devam ediyordu. Birkaç kitap ismi sordu, bende olmadığını söyledim. Kafasını anladım şeklinde sallayıp dükkândan çıkmaya doğru yola koyuldu. Hayır, izin veremezdim. Bu güzel anın bitmesini istemiyordum.
“İsterseniz sizin için o kitapları getirebilirim.” dedim. Teşekkür edip sonra tekrardan uğrayacağını söyleyip dükkândan süzülerek -tabii benim gözümde süzülüyordu- çıktı. O dakikaların büyüsünden çıkmam biraz zaman aldı. Kendime geldikten sonra dükkânın önüne çıkıp sanki hala buradaymış gibi gözlerimle onu aradım. Bir sağa bir sola bakıp onu görme heyecanını yaşıyordum. Göremedim. Rüya gibi bir şeydi sanki. Uyandığında bazen unuttuğun rüyalar gibi değildi. Her saniyesini hissedebiliyor, anımsıyordum. Akşama kadar bu etkiden çıkamadım, onu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Dükkânda hala o anı düşünürken çarşı esnafı dükkanlarını kapatmaya başlamıştı. Ben de yavaş yavaş toparlanıp Ömer amcanın arkasına takılıp vapura ilerledim. Eve gidene kadar hiç konuşmadım, sadece öyle uzaklara doğru bakıp durdum. Belki de yalnızlığın getirdiği hayal dünyamda kendim yazıp kendim oynamıştım. Belli mi olur, belki de gerçektir o kadın. Tekrardan girer mi acaba dükkânın kapısından içeri, ne dersin?