Geceye fısıltılarım var; kimse duymayacak, anlamayacak şeyler bunlar. Krallığı olmayan şövalyeyim. Görevim yüreğimde gizli, çizmelerim yeşil patikaları arşınlıyor ancak gözlerim boş bakıyor. Haritalar silinmiş, sen durmuşsun dağın ardındaki berrak gölü düşlüyorsun, pis kokuyorsun, yansıman bir çamur. Ben demek bu kadar kolay olmamalı diye fısıldıyorum. Sözler yabancı gelir balıklara. Yüzer dururlar. Sırtları kırmızıya çalar ve dudakları mühürlüymüş, ninem söylerdi. Söyledi.
Küçük bir kutu durur önünde. Aldım onu elime. Simsiyah, hiçbir ışığın beyaza bürümeyeceği karanlığı var. Cezbedici, kara mı kara. Kulağında fısıldayan bir gözyaşı saklı. Boynuna doğru salınıyor; bir çocuk gibi. Ağzında bir şarkı işitiyorsun. İşittiğim şarkı uzaklardan geliyor gibi. Kırların kokusu doluyor burnuna, gerçek olmayan diyarın hayali renkleri koşuşturuyor bir çocukla. Hayır duyduğum bir çocuğun şarkısı değil kahkahası. Ayakları zeminden ayrılıyor. Bir kuş gibi o. Görüyorum. Görüyorsun. Annesi korkuyor. Çocuğunun ardından zemine basmayı unutma diye bağırıyor, bir eliyle eteğini sıkıca tutarken. Sakın diyor. Çocuk uslu ve ayakları zemine yapışıyor. Ayaklarının dibinde karanlık bir kutu. Eline aldığına renkler kayboluyor. Gri bulutlar vadinin üstüne düşen kâbus gibi kaplıyor tüm yeşil otların üstünü, örtüyor kuşların seslerini, derenin berrak suyuna kara çalıyor. Çocuğun eve doğru gittiğini görüyorsun. Her adımıyla boyu uzuyor her nefesi ile suratı kırışıyor. Sert bir delikanlı sonrasında kambur bir ihtiyara evriliyor. Ardından toprağa düşüp nefesi gökyüzüne karışıyor. Elindeki kara kutu öylece elini terk ediyor.
Karanlık kutu şimdi senin elinde. Zırhının parlayan yüzeyini umursamıyor. Kendince bir güzelliği olduğunu düşünüyorsun. Çantana atıp atını dehliyorsun. Dağ ileride ve yolum uzun diyorsun.
Çocuğun anısı dışında kimseleri görmedim. Doğdun ve terk edildim. Suratıma yumruk atma gibi isteklerim var. İsteklerin tepişiyor. Ama yumruk atmıyorsun. Eyeri sıkıyorsun. At huysuz. O kara kutuyu aldığından beri burnundan iri nefesler salıyor. Ayakları toprağa isteksiz dokunuyor.
Sen göçebesin. Anneni görmedin, babanın saçlarını okşadığını hissetmedin bile. Kardeşlerin senle şakalaştığı olmadı. Sen yalnızsın. Arkadaşlarının aptal şakaları hep senden öte de başka diyarlarda ola geldi. Sen kimsesiz çorak toprakların şövalyesisin. Sırtında paslı bir kılıç var. Kınından hiçbir zaman çıkmadı. Zırhın kir içinde.
Ne yapıyorum.
Sorduğum soru bu kendime. Dağlar ben yürüyünce uzaklaşıyor gibi. Düşüncelerim bensiz var olan dansözler. Kıvrıldıklarında acı çekiyorum durgunlaştığında nefes almayı unutuyorum. Seneler artık o kadar yabancı ki bana kaç baharı teptim bilmiyorum. Hepsi buğday taneleri gibi uzağa savruldu. Çocukluğum unutulmuş ezgileri son tınıları yıllar önce çalındı. Deli kanım hiç kaynamadı benim. Yüzümü yıkadığım göletteki suratım hep bir yaşlı ve sertti benim. Birisi dövme gibi sövmüş suratıma. Kaderim kuklacının elinde. Kambur duruşum parlıyor gözümde. Böyle olmayı ben mi seçtim bilmiyorum. Hiçbir zaman da bilemeyeceksin. Karanlığın dans ettiği ışıklar bile sana yaklaşamıyor. Ürküyorlar senden. Evet, gölgeni de kaçırdın kendinden.
Bu düşüncelerle atını sürüyorsun. Her adımıyla yaşlanan çocuğun ezgisi kulaklarında. Çocukluğunu öldüren sendin. Bunu biliyorum. Saygı görmek sevilmekten daha mı mühimdi benim için? Kimsenin yaşamadı, var olmadı bir diyarda olmayı ben seçtim. Ellerimle oyduğum duvara tükürenlerden uzak durmak için mi tüm bunlar? Anneni babanı öldürdün sen, annenin arzusunu baştan çıkarıp dalga geçtin. Kısa boyunu dağların eteğinde gizledin. Yalnızlıktan pelerin diktin. Şimdi sırtında kamburu çıktı.
Karanlık kutu çantamın içerisinde tepişiyor. Elinle çantaya vuruyorum. Ağzımda bir ot çiğniyorum. Merak denen şeyi kimsesiz tüccarlara sattın. İçinde ne korkuyla atan bir şey var ne de hisseden. Böyle gecelerde kulağında hep bir ezgi olur senin. Atamadığın. Sesini kısamadığın bir uğultu. Söyle bana şimdi kim şarkı söylüyor.
Sen atını sürüyorsun. Yüreğindeki görev yosun tutmuş. O yüzdendir ki her adımla dağ senden uzağa kaçıyor. Ama yapacak bir şey yok çünkü başka yapacağın bir şey yok senin. Doğduğun bir şeye tutundun. Seni çağıran bir dağ. Hiçbir zaman gidemeyeceğini bildiğin bir dağ. Yıllarını cesetler gibi ardında bırakıp yola koyulmak daha kolay. Geriye bakamazdın. Geri de ne olduğunu dahi bilmiyorsun.
Kutu çırpınıyor. Artık yumruklarına da fayda yok. Yumruklarım acıyor. Ve atın şaha kalkıyor. Yelesini sallayarak uzaklaşıyor. Kendini yerde buluyorsun. Yerde buldum. Çantan yanı başında. İçerisi boş. Ve senin kalçan ağrıyordu. Gözlerimi kırpıştırıp gökyüzüne baktığımda hava da asılı kalan kara kutuya bakıyorum. Kendi eksenin de dönüp duruyordu.
Tuhaf bir ezgiydi çaldığı. Rüzgârı çağırmıştı yanı başına. Tüm ışığı emiyor gibiydi; ağaçların yeşil yapraklarından çaldı o ışıkları. Akan nehirlerin hava da parlayan su damlacıklarından kopardı ışıkları, gölgeye saklanan sarımtırak ışıklar da kaçamadı ondan. Ne de kendi yüzümde dans eden ışıklar.
Tüm karanlığı topladı. Etrafında dans eden karanlık kare değildi artık. Ne bir kutu ne de bir şekildi. Saf bir boşluk gibi etrafında dönüp duruyordu. Neden korkmuyordum?
Sonra o karanlıkta bir el belirdi. Kemiklerinden yoksun küçük bir el. Bir çocuğun eli. Sana uzandı. Tuttum o eli. Başka ne yapabilirdim ki. Başka ne yapmak için nefes alıyordum ki. Dağ bile yoktu artık. Hiçbir şey yoktu vadide. Karanlık tek bir düzeyde dans etmiş tüm şekilleri, parlayan ve anlamlı olan şeyleri yutmuştu. Kelimeleri öğütmüştü. Nereye gittiğimi bile unutmuştum. Neden gittiğimi de.
Sadece o el parlaktı. Çocuk eli. Tuttum bende.
Her şey karanlık değil mi?
Öyle sanırım
Hoş geldin.
Burası neresi?
Kimse bilmiyor.
Bu his ne? Yüreğimde bir şeyler tepişiyor.
Ona korku derler.
Tuhafmış. Daha önce hiç hissetmemiştim.
O kadar emin olma. Herkes korkar. Sadece görmek istemeyiz. Tıpkı hiçbir zaman attığın adımlara bakmadığın gibi.
Her zaman ileriye adım atılmaz mı? Geri de oldu tüm şeyler geri da kaldı tüm olup bitenler.
… Bir ezgiydi kulaklarında duyduğun. Sakin ve yalnızlık. Tüm bunlar kaçırdı seni kendinden. Bak ve gör kendini. Ben. Sen. O.
İyi de görmek istemiyorum. Görünce sessizleşen bir yanım var. Hiçbir zaman yanımdan atamadığım.
Kılıcına üflediğin sözlerin bu. Bazı kılıçlar kınından çıkmalı. Kan akmalı. Yaşamayı unutmak öyle unutulacak bir şey değil.
Hatırladığım bir şey yok. Hatırlamak istediğim bir şey de.
Burası karanlık. Bura da ışık sonsuzlukta dans eder ve kimse göremez.
Sadece düşüncelerimi işitiyorum. Çok cılızlar.
Ama oradalar.
Benden uzaklaşmıyorlar.
Senden hiçbir zaman uzaklaşamazlar.
Söylesene. Ben kimim?
Bunu öğrenmek için sadece karanlığa bakmalısın.
Hayatım boyunca karanlığa baktım.
Tekrar bak.
Kaçırdığım bir şey mi var?
Kaçırdığın değil. Unuttuğun.
Ve birden ışık var oldu. Yıldızlardan önce. Patlayan güneşlerden, birbiri ile çarpışan asteroitler, hepsinden önce tüm zamanı kaplayan bir ışık vardı. Hiçlikten farksız. Karanlıkla akrabalığı olan ışık.
Anılar. Tepişip doluştu yüreğime. Zihnim acıyla kıvrıldı. Gözyaşlarımdı gözlerimden akan. Tüylerimi dikleştiren sevinçlerdi renkleri ile geçmişimde gezinen.
Aşktı o dağa doğru atımı sürmeme neden olan.
Gözlerimi açtığımda tepemde atım duruyordu. Tırtıklı diliyle suratımı yalayıp yelesini savurdu. Doğruldum. Tüm karanlık ve ışığın dansı şekilleri yaratmıştı. Ağaçlar nehirler ve dağlar serilmişti önüme.
Doğruldum. Anılarım zihnimi acıtıyor kafamı karıştırıyordu. Sonra bir ses hepsinin ardından belirip ezişini çaldı.
Ayağa kalktım. Gözlerim önümde karlı eteğiyle dikilen dağa kaydı. Biliyordum. Kim olduğumu söyleyecek. Çocukluğumu hatırlatacak, acıyı, sevgiyi ve korkuyu tattıracak o dağı görüyordum. Onun da benim gibi yalnız olduğunu biliyordum. İki kişilik bir yalnızlıktı belki yaratacağımız ama biliyordum. Kim olduğumu ve ne istediğimi biliyordum.
Bir adım attım ve dağ oradaydı. Yerinden bir santim bile kıpırdamadı.
Kılıcımı sırtımdan çıkartıp toprağa sapladım. Metalden kan akıyordu. Artık ona ihtiyacım yoktu.
Atıma doğru ilerledim.