Şafağına vurulmuş gecenin içinden geçiyor bir mahsun yara.
Sabahlara kalıyor yiten hüzün. Gökyüzünün karanlığında harmanlanıyor duygular, yüreğin içinde biçare.
Ne edeceğini bilmez gönül bakıyor gözleriyle masum masum.
Sahi ne yapılmalı böyle gecelerde?
Ne gelir elden, ne dökülür dilden?
Susmak yarayı zorluyor.
Konuşmak yüreği.
Bilinmezlik içinde kayboluyor akıl.
Boş duvarları bomboş seyretmek gerekircesine geçen saatlerin heba oluşu düşüyor akla.
Lâkin, ah akıl olmuş delihane.
Düşse ne olur o da heba olmuş yitirilmişlerle.
Konuşuyor yürekten bir ses:
"Kaç gece daha ruhumdaki ölümle uyumaya çalışacağım?
Kaç gece daha yanağımdaki gözyaşlarıyla buluşucağım?
Bu geceler hiç son bulmaz mı?"
"Ah hayır!" diyor içimdeki diğer ses.
Neye evet diyebildik seninle ses?
Bu sorular nereye varır?
Kabul etmek gerekir. En acı gerçeklerin varlığını.
Bazen bazı konularda umut da terk eder.
Anlar insan kaybettikçe, kaybetmeye de mahkûm olduğunu.
Hani hep derler ya; "Her şeye rağmen yaşamak! İnadına yaşamak!" diye,
Azizim, yeri geldiğinde yaşamak da zulüm. Ölümü de kabul etmek gerekirmiş.
Öldüğün o kahredici günlerde ölümü de sevmeli ve bir gün yaşamayı hak edeceğini, yaşayacağını umut etmek, inanmak gerekirmiş.
Nefesler tükense de, can çekişse de gecenin koynunda yürek, kaybetsek de her bir adımda,
Umut var.
Her daim.