"Çölünde kendini bulamayan, vahasında kendini yitirir…"

  

 

"O, neyini üflerken tüm tabiat susar, yırtıcı hayvanlar ağızlarındaki lokmayı bırakırdı. Tüm ötücü kuşlar utanırdı seslerinden, onun neyinin sesinin yanında.

Ney ile terbiye ederdi her şeyi.

Eşkıyalar, katiller onun neyinin sesiyle vicdanlarını

terbiye ederlerdi. Deliler onun neyinin sesiyle ruhlarını

bulurdu. Bir ney ağlardı, bir kendisi, bir cemaati. Sonra

bir gün, yavaş yavaş neyinin sesi kesildi, onun neyinin

sesi kesildikçe nehirler usulluğunu yitirdi, kurtlar kurt olduklarını hatırladılar gene, gül bahçesinin gülleri solmaya başladı ve sonra bir sabah, hiç kimseye bir şey söylemeden gitti. Hiçbir şey söylemedi. Ne helallik aldı bizden, ne hakkını helal etti. Hiçbir şey söylemeden gitti.”

Safir, ateşin başına oturmuş, bir yandan elindeki sopayı

ateşin içinde dolaştırırken bir yandan içini yakıp da

küle dönmeyen derdini anlatıyordu. İçindeki ateş yanıyor, yandıkça da büyüyordu.

Onu meraklı gözlerle süzerek dinleyen Türkmen çocuğu, merakına yenilip Safir’in simsiyah gözlerine bakarak sordu:

“Sizlere hiçbir şey söylemeden gitti diye kızmadınız

mı ona?”

Safir, çocuğun masum yüzüne bakarak ağlamak ile gülmek arasında:

“Kızmak bizim ne haddimize, edebimiz buna izin

vermez. Bize olsa olsa, ‘vardır bir bildiği’ demek düşer. ”

diyebildi yutkunarak.

Meraklı çocuk sorularına bir yenisini daha ekledi:

“Neye benziyordu? Yaşlı mıydı? Uzun boylu muydu?

Bunları bilirsem onu bir yerlerde gördüğümde senin aradığını söylerim.” dedi tüm çocuksu masumiyetiyle.

Safir, başını yere eğerek dolan gözlerindeki yaşları silip meraklı Türkmen çocuğuna:

“Bilmiyoruz, bize hiç yüzünü göstermedi, bizimle hiç

konuşmadı.” dedi yutkunarak.

Meraklı çocuğunun merakı bir kat daha artmıştı.

“Sizinle hiç konuşmaz mıydı?”

Evet, anlamında başını sallayan Safir:

“O bizimle neyi ile konuşurdu, neyini dinlerken anlardık ne demek istediğini.” diye yanıtladı çocuğu.

Meraklı çocuk yeni sorusu için tam ağzını açmıştı ki

annesi onu çadırına çağırdı…



Böylece Safir yine yalnızlığıyla ve derdiyle baş başa

kaldı. Çadırına doğru gitmeden önce, ateşte kalan son

odun parçalarını da söndürdü. Usul usul çadırına giren Safir, yatağına uzanmadan önce neyini eline alıp sırrını

neye üfledi… Bir ney ağladı, bir Safir.

Neyin içinden Safir’in nefesi değil de, yanıp da küle

dönmeyen derdi geçiyordu adeta. Ney, Safir’in dudakları

arasında ikiye çatladı.



Safir’in üzerinden yıldızlar geçti; kurtlar inlerine geri

döndü. Cin tayfası dünyayı yine insanlara bıraktı, günün

ilk ışıkları Safir’in çadırından içeri süzüldü.


Yüreği dertte olana gece de gündüz de bir.


Terlemiş bir vaziyette yatağından doğrulduğunda adeta susuzluktan ölecek gibiydi. Çöl bugün çok sıcak olmalı, diye geçirdi içinden. Yatağından kalktığı gibi kendini kervanın biraz ötesindeki vahaya attı. Dudakları suyu içmiyor, emiyordu adeta. Günlerce susuz kalmış gibiydi. Adeta iradesine karşı bir savaş vererek dindirebildi susuzluğunu. Ancak susuzluğu dindikten sonra elini ve yüzünü yıkamak geldi aklına. Elini yüzünü yıkadıktan sonra, vahada kendine ney yapabileceği kamışlar aradı. Hiçbiri istediği gibi değildi, çaresiz birkaç tanesini kesip yanına aldı.

Çadırına geri döndüğünde meraklı Türkmen çocuğu

çoktan uyanmış ve onun çadırının önüne gelmişti.

“Bizimle gelecek misin?” diye sorarken, Safir’e

aslında, bizimle gel, demek istediği belliydi.

Safir başını iki yana sallayarak:



 

 

 

 

 

 

 

“Hayır ufaklık, yolumuz burada ayrılıyor.” dedi.

Bunu söylerken elini çocuğun yüzüne tutmuştu ki,

çocuk irkildi.

“Sen yanıyorsun, hem de ateş gibi. Bizimle gel, eğer

hasta olursan ben sana bakarım.”

Safir kendini hasta hissetmiyordu, çocuğun bu iyi

niyetine gülerek cevap verdi:

“Hayır ufaklık, yolumuz burada ayrılmak zorunda.”

Çölün ortasına düşen, ufak bir çocuğun bükülmüş

başının gölgesinde Safir kervandan ayrılarak yola koyuldu.

 

 

 

 

 

 

 

 

Çöl, eşkıyalar ile evliyaların diyarıdır. Birisi yol keser, öbürü ise yolu kesilmesin diye uğrar bu diyara.

Çöl, arsız bir sevgili misali; içine düşüp de yolunu kaybedenin vay haline.

Çöl için eşkıya da evliya da bir.

 

 

 

Safir, eski dostu çölü iyi tanırdı; uçan kuşların yönünden en yakın suyun nerede olabileceğini, bulutların hareketinden günün fırtınayı getirip getirmeyeceğini, yılanların duruşundan çölün sıcaklığını tahmin edebilirdi. Çölü okumasını, çöllerde insanların

yolunu keserken öğrenmişti. Başını göğe kaldırdı ve içinden, bugün güzel bir gün olacak, diye geçirdi.

Cennet ile cehennem arasında sıkışmış bir beden,

çölün ortasında ilerliyordu. Kum saatinin kumları usul

usul, zamanı öğüterek akıyordu…

Doğan güneş batmak üzereydi. Safir umduğundan

hızlı yol almıştı fakat matarasındaki su düşündüğünden

hızlı tükenmişti. Susuzluk hissi onu daha sık yoklamaya

başlamıştı.

Dinlenmek için kendine uygun bir yer bulup çadırını

kurdu, sonra matarasında kalan son suyu dudaklarında

gezdirerek, dudaklarındaki tuzu çöle geri verdi. Sonra usulca sırdaşını parmaklarının arasına alıp gözlerini kapayarak, zümrütlerle bezeli gök kubbenin altında neyini üflemeye başladı.

Üfledikçe neyine, kendi içinde bir geçmişinden bir

başka geçmişine sürükleniyordu. Bir anıdan bir başkasına, bir diyardan bir başka diyara…

Adeta kum saatinin kumları hızlı bir şekilde geri akıyor

da, bir ömrü bir nefes mesafesinde yeniden tekrarlıyor

gibiydi. Tüm anılar öylesine diriydi ki, kâh çöllerde bir

eşkıya oluyordu kâh bir ayyaş kâh bir çocuk kâh yakışıklı bir genç kâh bir mürit.

Bu çöl, var oldu olalı böylesine güzel tınlamamıştı ve

bir daha hiç böylesine tınlamayacaktı.

Neyine üfledikçe tüm geçmiş hayatı onunlaydı yeniden. Pişmanlıklarını neye üfledikçe, ney parmaklarının

arasında ağlıyordu adeta, tam sırrını neye söylemeye

başlamıştı ki, ney dudaklarının arasında ikiye yarıldı.

Bir an irkildi. Bir gece önce de ney dudaklarının arasında ikiye bölünmüştü ama o zaman umursamamıştı.

Fakat şimdi anlıyordu ki, ney bile sırrına dayanamazdı…

Başını gökyüzüne çevirdi:

“Ney bile dayanamazken, rahmetinle yumuşattığın bu

yürek nasıl dayanır?” diyebildi yutkunarak. Gözlerinden

akan yağmur çöle karıştı.

Safir’in üzerinden yıldızlar geçti; kurtlar inlerine geri

döndü. Cin tayfası dünyayı yine insanlara bıraktı.

Sabah olduğunda damağındaki susuzluk hissi de onunla birlikte uyanmıştı, anlıyordu ki dünyanın hiçbir

suyu artık onun dudakları için değildi, içeceği her su onu

sadece bir nebze rahatlatabilirdi.

En yakın su kaynağına ulaşmak için güzergâhını değiştirmeye karar verdi. Bu ona neredeyse bir yarım gün kaybettirecekti ama başka şansı yoktu.

Çölün ortasında, umutsuzluk ile umut arasında sıkışmış bir beden ilerliyordu. Kâh tüm inançlarını birer

birer yitiriyor kâh birdenbire içinde yeniden umutlar

filizleniyordu.

Sırat köprüsünün üstünde, yalnız bir ruh asılı duruyordu, cennet ile cehennem arasında sıkışmış bir ruh, ne

cennete ait ne de cehenneme…

Öğle güneşinin en kavurucu anında, artık ayaklarındaki son derman da tükenmek üzereyken, Safir su

kaynağının bulunduğu bölgeye gelmişti. İlerideki kayalıkları görebiliyordu. Kayalıkların olduğu bölgeye varırsa, kayaların içinden akan suya ulaşabilirdi.

Eğer onu ayakta tutan bir şey varsa, o da kayalıkları

görmesiydi, attığı her adımla kayalıklara biraz daha yaklaştığını görebiliyor olması ona güç veriyordu.

Bir kez düşerse bir daha kalkamayacağının, çöl olacağının farkındaydı; çöl olacak ve bedeni binlerce kuma bürünüp, rüzgârla binlerce farklı diyara savrulacaktı ve belki de o binlerce kum tanesinden bir tanesi bir gün hocasına ulaşacaktı.

Kayalıklara vardığında alnındaki teri sildi ve yüzünde bir tebessüm doğdu. Yaklaşık 25 deve adımı yukarı tırmanırsa suya ulaşabilecekti.

Sırtındaki çadırı yere bıraktı ve heybesi ile matarasını

yanına alarak tırmanmaya başladı.

25 deve adımı mesafe, 24 deve adımı mesafe, 23 deve

adımı mesafe… Kayalıkların üzerinde her yükselişinde

biraz daha, biraz daha yoruluyordu…

Kendini her yukarı çektiğinde gücü biraz daha tükeniyordu. Ah! Şu pınardan akan suyun sesini bir duyabilseydi.

22 deve adımı mesafe, 21 deve adımı mesafe, 20 deve

adımı mesafe… Ah! Dudakları bir kez suya değseydi.

19 deve adımı mesafe, 18 deve adımı mesafe, 17 deve

adımı mesafe… Şu pınarın içinde bir damla olsa da, bu

ıstırap son bulsa…

Dudaklarını pınara değdirdiğinde, tüm ıstırapları o

an için son bulmuştu, yeryüzünün o an için en mutlu

insanı idi.

Delicesine coşkun bir edayla gülüyordu, su ile kâh

yüzünü yıkıyor kâh avucunun içine suyu alıp havalara

atıyordu. Susuzluğu dinince suyun da değeri dinmişti.

Heybesini açtı ve kurumuş ekmeğinden ufak bir parçayı

su ile ağzında yumuşatıp zorla yutkundu. Yorgunluktan

kapanan gözlerine daha fazla karşı gelemeyerek pınarın

başına uzanıp uyumaya başladı.

Kum saatinin kumları akıyor, güneş yörüngesinde ilerliyordu, omuzlarına çöken yorgunluk etkisini yitirmişti.

Safir bir inleme sesi ile uyandı, yaralı, vahşi bir hayvanın inleme sesine benziyordu bu. Sesin geldiği yöne

doğru dikkatini iyice topladı, yaralanmış vahşi bir hayvan olmalıydı bu. Merakına yenilip yerinden doğruldu ve sesin geldiği yöne doğru sessiz adımlarla yürümeye başladı, iyice yaklaştığını hissettiğinde adımlarını daha da yavaş atmaya başladı.

Biraz ileride gördüğü manzara karşısında donakalmıştı; bir deri bir kemikten ibaret olan, tamamıyla çıplak

bir adam kendi kolunu ısırıyordu, kolları ısırılmaktan

mosmor olmuştu.

Bir deli olmalı, diye geçirdi içinden, bu sırada yanlışlıkla

bastığı çalının çıkardığı sesin etkisiyle deli yüzünü ona

doğru çevirdi.

Safir korkuyu unutalı yıllar olmuştu fakat bu adam

karşısında korktuğunu hissetti. Deli, gözlerini ona dikti

ve inleyen bir sesle:

“Korkma yaklaş, ısırmam, ısırdığım tek şey kendi

bedenimdir.” diyerek kolunu dişlerinin arasına getirerek

bir kez daha ısırdı inleyerek.

Safir tedirgin birkaç adım daha ilerleyerek delinin

yanına yaklaştı.

Safir’in gözlerinin içine bakarak:

“Kurtlar bile etimin tadına bakmıyor, onlar bile aklını

yitirmekten korkuyor.” dedi, inlemekle gülmek arası bir

ses çıkararak.

Safir ne diyeceğini bilmez bir halde kalmıştı; bir şey

demeli miydi? Bir deli laftan anlar mıydı ki?

Deli, korkutucu bakışlarını önce Safir’in tüm bedeni

üzerinde gezdirdi ve sonra birkaç saniye Safir’in heybesinden bir ucu dışarıda bulunan neye baktı. Eliyle neyi göstererek:

“Üfle… Üfle hadi…” dedi.

Safir şaşırmıştı, ne yapacağını bilmez bir halde birkaç

saniye bekledi.

“Üfle, lütfen üfle, aşk ile üfle…”

Cesaretini toplayıp yavaş bir şekilde elini heybesine

atıp neyine uzandı, yere oturup önce derin bir nefes aldı,

gözlerini kapadı ve üflemeye başladı…

Safir çalıyor, deli dinliyordu. Son kez neye üfledi ve

neyini dudaklarının arasından uzaklaştırdı.

Safir’in gözleri ile delinin gözleri bir kez daha karşı

karşıya geldiğinde, deli:

“Odun ateşe düşmüş yanıyor ama daha kül olmamış,

sana aşk ile çal demiştim ama sen aklın ile nefsin, nefsin

ile aşkın arasında gidip gidip geldin!”

Safir gözlerini delinin gözlerinden kaçırmak için başını

yere eğip, sadece:

“Evet,” diyebildi kısık bir sesle.

Deli:

“Ben de bir zamanlar aklım ile nefsim, nefsim ile aşkım

arasında gidip gidip gelirdim, şimdi ise nefsim ile aşkım

arasında gidip gidip geliyorum. Gördüğün gibi aklım beni terk edeli uzun bir zaman oldu.” dedi gülerek ve sonra morarmış kolunu bir kez daha ısırdı.

 

“Ceset hâlâ burada, ruh nerede?”

Kum saatinin kumları akmış, uzun süren bir sessizlik

çölde yankılanmıştı. Söylenmesi gereken bir şeyler var da söylenmiyor gibiydi. En azından Safir böyle hissediyordu. Safir yoluna devam edemezdi, söylenmesi gereken ne varsa gök kubbenin altında yankılanmadan Safir ilerleyemezdi.

Sessizlik delinin cümleleri ile yeniden dağıldı.

“Aklın gitmen gerektiğini söylüyor, kalbinse kalman

gerektiğini, eğer seni buralara getiren aklınsa birazdan

çıkıp gidersin, seni buralara sürükleyen kalbinse…”