Günler günleri kovalamıştı, yağmurlu bir Harab gecesinde Safir, dost meclisinden çıkıp, şair Taldu’nun evine doğru sarhoş bir vaziyette ilerliyordu. Harab şehrinin caddelerini ıslatan yağmurda bir yerlere yığılıp kalacak gibiydi. Eğer biraz daha içseydi evin yolunu bile bulamayabilirdi. Sarhoşluk adama bildiğini bile unuttururdu.
Şair Taldu bir kez daha coşkusunu kaybettiği için,
uzun süredir dost meclislerinden el ayak çekmişti. Bir
kez daha yalnızlığına gömülmüştü, yalnızlığında bir şeyler arıyor gibiydi ve bunu Safir ile hiç paylaşmıyordu. İşin aslı, neredeyse son günlerde hiç konuşmuyorlardı.
Evden içeri girdiğinde, şair Taldu’nun hizmetçisi Serap:
— Şair Taldu, sizi odasında bekliyor.
Safir odaya girdiğinde, şair Taldu pencereden dışarıyı
seyrediyordu, düşünceliydi, bir şeyleri söylemek isteyen
bir insanın, düşüncelerini toplamadan önceki ruh haline
büründüğü her halinden belliydi. Bir eliyle ise parmağındaki yüzükle oynuyordu.
Cümleye bir yerden başlamak isteyen insanın, nereden
başlaması gerektiğini bilmeyen ruh hali yüzünden okunuyordu… Bir süre daha yağmuru seyrettikten sonra şair Taldu konuşmaya başlamıştı:
— Umarım konuştuklarımı anlayacak kadar ayıksındır
çünkü bu seninle son konuşmamız! Şair; her gün bitimi
kendini tüketen ve her gün doğumu, kendini baştan yaratan kişidir. Ama artık anlıyorum ki kendimi yaratacak gücüm kalmadı.
Şair her duyguyu yaşamak isteyen kişidir; ihaneti,
esareti, özgürlüğü, merhameti, zenginliği, fakirliği... Bu
duyguların sonu yok diyorsan, inan bana yanılıyorsun. Bu dünyada yaşanabilecek tüm duyguları tattım.
Duyguların kötü bir yanı varsa, o da iyi olanlarının kısa,
kötü olanlarının ise uzun süreli olmasıdır ama bundan
daha kötü olanı ise, her duygunun eninde sonunda yitip
gitmesi. Şu koskoca ömrümüzde kaç anımız gerçekten
yaşamaya değerdi hiç düşündün mü? Yaşadığımız bu
güzel duygular tüm hayatımızda birkaç zerreden ibaret…
Sana isteyerek hapis yattığımı anlattığımda bana bu
hikâyeyi bildiğini söylemiştin ama nedenini hiç sormadın.
Sana nedenini anlatayım, çünkü biliyordum ki hapisten
çıktığım o ilk gün, özgürlük ve yaşamak benim için öyle
anlamlı olacaktı ki işte sırf bu duyguyu yaşamak için
buna değerdi. Ama ne yazık ki etkisi sadece bir iki gün
sürdü. Oysaki bu duyguyu sürekli yaşayabilseydim yaşamak daha anlamlı bir hal alabilirdi. Bizi bir ömür boyu hayata bağlayacak bir duygu olamaz mı? Bizi bir ömür boyu peşinden sürükleyecek bir coşku olamaz mı?
Damarlarımızdan akan her duygu eninde sonunda
etkisini yitiriyor, değil mi? Peki ya etkisi hiç geçmeyen
bir aşk olamaz mı? Damarımızdan her aktığında ilk anı
yaşatan bir aşk, hep aynı kalp çırpıntısını bahşeden bir aşk!
Ve dostum ben, ömrüm boyunca, ilk sevdiğim günkü gibi sevebileceğim bir aşkın varlığını aradım. Onu her gördüğümde ilk gördüğüm günkü gibi heyecanlanabileceğim bir sevgiliyi
aradım. Ne olursa olsun, çamura da düşsem, sefalete de
bulansam üzerimdeki şu gösterişli kıyafetler yittiğinde
de beni sevebilecek bir sevgiliyi aradım…
Umudumu yitirmiştim dostum, artık böyle bir sevgilinin olmayacağına kanaat getirmiştim. Gülüşlerim ise
hayata karşı son tutunmalarım gibiydi.
Filozofların toplantısında ise hayat bir kez daha anlamını yitirdi. Hayat sıkıcı, düşünceler bir kısır döngü, ne
kadar koşarsan koş hep başa dönüyorsun…
Ve dostum sen, neyine üflerken beni bir kez daha aşkın varlığına inandırdın. Evet, dedim kendi kendime, aşk bir yerlerde olmalı yoksa bu ezgilerin ne hükmü kalırdı… Sen neyine her üfleyişinde ben bir kez daha yatağını arayan nehir misali savruldum. Ama olmalıydı, bu nehir, bir denizde son bulmalıydı, değil mi dostum? Buraya ilk geldiğin gece, dilenciye altınları verip gideceğini öğrendiğimde seni burada tutmanın yollarını
düşündüm. Çünkü sen neyine her üflediğinde ben bir kez
daha aşkın bir yerlerde beni beklediğine inanıyordum…
Nasıl gönderebilirdim ki seni?
Eğer sen aşkın varlığına gerçekten inanmış olsaydın
ben de inanabilirdim, çünkü sen neyine üflerken öyle
yakın duruyordun ki ona.
Mataran nerede Safir? Verilen sözler nerede? Uğruna
yollara düştüğün hocan nerede? Şair, yalancının önde
gidenidir! Şair, yaşayabilmek adına her gün kendine yeni
yalanlar söyler. Evet, dostum evet, şair yalancının önde
gidenidir ve bu yüzden kendinden başka tüm yalancıları
çok iyi tanır! Aynaya bak, bu sen misin?
Eğer bu eve ilk girdiğinde değişmeseydin belki şu an
ben de aşkın varlığına inanabilirdim! Sen bulmuşsan,
ben de bir gün bir yerlerde bulabileceğime inanabilirdim!
Hatta seninle birlikte yollara düşüp hocanı bulmak için
sana yardım edebilirdim.
Aynaya bak Safir, bu eve ilk giren Safir ile bu Safir sence aynı kişi mi?
Aşk sınamak ister Safir ve sen, sence sınavını geçebildin
mi? Şimdi bu sınavı ben de kaybetmiş gibiyim! Eğer sen bu sınavı geçseydin ben de yollara düşüp aşkımı arayabilirdim.
Üzgünüm dostum, ikimiz de kaybettik sanırım!
İnsanları kandırabilirsin ama bir şairi asla! Artık ney
çalarken aynı deliklere basıyorsun ama aynı ruhu vermiyorsun… Neden mi? Çünkü seni buraya sürükleyen her şeyi unuttun; oysaki onlardı seni sen yapan.
Şimdi, ben senin, sen de benim içimde kaybolmadan
git. Yoksa geriye ikimizden de pek bir şey kalmayacak.
Evet, dostum, evet; bu gece son konuşmamız, şimdi
beni yalnızlığımla bırak... Altınlara sıra gelince, onları
yarın gidip alabilirsin.
Safir bu sözler karşısında irkilmişti, şair Taldu’nun
ağzından çıkan her söz ile birer birer düşmeye başlamıştı aklına her şey; neden burada olduğu, dilenciye verdiği söz ve en önemlisi de hocası.
Safir daldığı bir rüyadan uyanıyor gibiydi, sanki şu
an üzerinde bir uyku sersemliği vardı. Şair Taldu’ya bir
şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu ama kelimeler adeta boğazında düğümleniyordu...
Evi terk ederken şair Taldu da masanın başına geçmişti. Eline aldığı kalemi, titreyen elleri ile mürekkebe
daldırıp önündeki kâğıda yazmaya başlamıştı...
Kafatasımın içinde, bir türlü dışarı atamadığım bir
düşünce, karanlık beni çağırıyor; gel, diyor. Bıkmadın
mı dünyanın fâniliğinden, çirkinliğinden, bıkmadın
mı bu gelip geçici heveslerden?
Karanlık beni çağırıyor, korkma, diyor. Burada ne
korku var, ne hüzün, ne keder... Gel, diyor…
Şair Taldu sandalyesinden fırlayıp titreyen elleri ile
odasını aydınlatan lambasının filtresini biraz daha yukarı çekerek, yatağına uzanmıştı…
Safir evden çıkarken sarhoşluğu da yavaş yavaş geçmeye başlamıştı, neden buradaydı Safir? Onu bu şehirde tutan şey neydi?
Aciz ruh neye sahip oluyorsa, sahip olduğu şey de
eninde sonunda ona sahip oluyordu!
Harab şehrinin caddelerinde yalpalayarak yürürken
bir an sendeleyip çamurlu suya düştüğünde, suyun
üzerinde ayın yansıması dalgalanmıştı. Ağlıyordu, adeta
düşen bir çocuğun ağladığı gibi ağlıyordu suyun üzerindeki ayın yansımasına bakarak.
— Suret burada, asıl nerede? Bir deli kadar olamadım!
Diyerek, bir kez daha hıçkırıklara boğulmuştu.
Pişmanlıkla akıtılan gözyaşları tüm suçları affeder
miydi? Ya da pişmanlıkla akıtılan gözyaşları karşısında,
tüm suçları affedecek bir sevgili var mıydı?