Tek Perdelik Öykü

Kişiler: Yalnızca kişiler mi? Ya nesneler? Sözcükler? Uzatmadan söylemeli ki kimi yerde seyircinin, kimi yerde okuyucunun; kişileri, sözcükleri ve nesneleri kendi çabalarıyla bulmaları gerekmektedir. Görülebilenler: Beşir, Fatma, Çocuk.

Küçük bir oda, hayır, küçücük bir oda… Ahşap pencereden sarkıtılmış beyaz bir perde, ışığı büyük oranda engelleyen… Perdeli ahşap pencerenin tam karşısında gösterişsiz sandalyenin sağ tarafında yatak, dağınık… Sandalyenin sol tarafında dar bir kitaplık yok. Kitapların hepsi yerde, duvara bitiştirilmiş, düzensiz… Bununla birlikte ya da tamamen apayrı olarakpopülist bir yaşam işaretinden kurtarılmış: Hiçbirinin adı okunmuyor. İlle de meraksa: kalın kitap, ince kitap, yine kalın, yine kalın, bir tane ince, şu, kalınımsı… Her neyse… Hayır hayır, her neyse yok! Sandalye, evet, sandalye var. Sonra, sonra biri var. Bileklerinde tatlı bir gıcıklanma hissi, birazdan acıyacak. Odada şöyle bir dolanmak istiyor. Adımını pencereye doğru attı. Atmadı. Atacak mı? Sandalyeye doğru atmadı. Sağ ayağı yerden bir parmak havada değilse bile en azından yere, halıya halıya, evet, temas etmiyor. At artık şu adımı! Attırdım. Kendimi tebrik ediyor, alkışlıyorum. Her neyse… Hayır, hayır, hayır, hayır, her neyse yok! Aksilik şu ki bir duvar saati de yok. Kol saati var. Benim kol saatim yok. Perdeyi aralayamam, gece olduğunu bilmekle beraber sizi gayet iyi oyaladığımı düşünüyorum. Zira büsbütün hareketsiz duran, yetmiyormuş gibi her an feci bir davranışa muktedir gibi görünen ama demin de söylediğim gibi büsbütün hareketsiz duran bir herif, canınızı sıkmaktan öteye geçemezdi. Evet, nihayet kudretini gösterdi: Herif, sandalyeye çöktü.


BEŞİR (Perdeye bakar. Perdenin, sandalyenin tam karşısındaki pencereden sarkıtıldığını söylediğimi hatırlıyorum. Bütün perdeler, şimdi gözünün önündedir. Onlardan birini aralar.): Merdivenden yuvarlanacağına adım gibi emindim. Çünkü adımları oldukça kısa ve korkaktı. Peki, düşüşünü görüp tıksırık bir kahkaha atmak için mi bekliyordum? Belki de burnu kanayacaktı. Kana gülünür mü? Ama kıç üstü ve birkaç saniye içinde son bulacak bir acıya hayır diyemeyeceğimi de kabul etmeliyim. Ah! Tanrım, acıyorum! Evet, yuvarlanırken açılacak bir etekliği olmadığı ve zenginliğini göremeyeceğim için bu kıza acıyorum! (İşaret ve orta parmağından kurtulan perde özgürce dalgalanırken hızla aşağı iner. Öncesinde omzunu kapıya toslar.) Aptalca acaba düşecek mi, düşmeyecek mi, diye bekleyeceğime hemen koşmaya başlasam ona yetişebilirdim! Al işte! İnmiş! Hem de tek başına hem de bastonunun benim gibi işe yaramaz bir heriften daha güvenilir olduğuna inanarak inmiş! (Elini omzuna götürür.) Ah, omzum!


Basamakları koşar adım inip (Çok doğru.) yanına yaklaştım. Beni fark edemediğini anlayınca merhaba güzel bayan size eşlik edebilir miyim acaba, diye (Hangi filmden arakladığını bilmemekle beraber, kısa keselim, yalan söylüyor.) sordum. Daha doğrusu yapay, itici bir söylem olabileceğini düşünerek yalnızca, merhaba, (Hakikatli çocuk!) dedim. Bir sakıncası yoksa size eşlik edebilir miyim? (Kız birden duraksar. Sağ kulağının daha yoğun işittiği suale yönelir. Beşir’de bir heyecan yaratmaz çünkü “üstat elinden çıkma sanemlerden mütenasip yapılı, siyaha mail samurî saçlı, incerek düz kaşlı, noktalı yeşil gözlü, siyah ve uzun kirpikli, hafif sarı üzerine mevçli koyu al yanaklı, irice çekme burunlu, ufak ağızlı [şiddet-i şehveti gösterir surette] ateşî kırmızı kalınca dudaklı, karşısına her geleni kucaklayacak gibi önüne mail yürür, insanın kalbine girecek gibi manzuruna dikkatle bakar bir afet” değildir. Gözleri görmemekle beraber çapaklıdır.) Niçin? Niçin mi? Evet, niçin? Bir iç sese ihtiyacım vardı, bunu ona söyleyemezdim. (Söyleyemez.) Onu çirkin görünümlü dağınık saçları, yamuk burnu ve birbirine sıkıca kenetlenmiş gözkapaklarının etrafında toparlaklaşmış çapaklarına rağmen bir iç ses olmaya davet etmek, beni onunla yürümekten men edebilecek yeni bir soruyla baş başa bırakabilirdi. Yalnızca yürümek istiyorum. Size acıdığımı filan düşünüyorsanız şayet, çok üzülürüm. (Onu üzmez.) İnanın, çok mutlu oldum! Ne tarafa gidiyorsunuz? (Ben biraz dinlenirim.) Sustuğuna göre aptalca bir soru sormuş olmalıyım. Belki de sorumu, nereye gidiyordunuz, diye düzeltmeliyim. Tabii ya, kör bir kıza, ne tarafa, diye sorulur mu? Hangi tarafının nereye çıktığını nasıl bilebilir! Belki, şu tarafa, diye mahcup bir işaretle geldiği yere geri dönebilir ve en önemlisi buna ben sebep olabilirim. Peki, ya böyle bir şey düşünmemişse? Pekâlâ, ne tarafa, diye soruyorsam; bundan, nereye, anlamını da çıkaramaz mı? O zaman da sorumu düzeltmemem gerektiği sonucunu çıkarmalıyım. Öyle ya, affedersiniz, nereye, diye sormak istemiştim, demek kesinlikle alay ettiğimi anlaması gerektiğini göstermez mi? Neyse ki İletişim Fakültesi'ne gideceğini söyledi. Aptal soruya akıllı cevap! Beni göremeyecek olmasının rahatlığıyla yüzüne dikkatle baktım. Yanakları ya da yüzünün herhangi bir yeri kızarmadığına göre utanmış, kırılmış sayılmaz. Belki de kendisini güzel, beni de aptal bir askıntı zannederek umursamamıştır. Ne okuduğumu sordu. Ne okuduğumu söyledim. Ne okuduğunu sormadım. Ne okuyabilirdi ki! İletişim ve dil hakkındaki düşüncelerim? Çok çeşitli… Hatta bir keresinde bu konu hakkında sınıfta düşüncelerimi açıkladığımı ancak anlaşılmak bir yana, doğru dürüst alaya bile alınmadığımı söyledim. İlk kez gülümsedi. Demek ki modernleşiyoruz. Demek ki koşarak yanına yaklaştığım an ilkeldik. Çünkü o zaman gülümsemiyordu. Ben de gülümsemiyordum. Şimdi gülümsüyor. Ben şimdi de gülümsemiyorum. Niçin? Çünkü ben gülümsediğimi göstermiyorum. Hem göstersem de o göremez ki! Sanki biraz da konuşmaya başladı. Ses tonun… Yaşın yirmi yedi? Ona yirmi yedi yaşında olanın, aslında, ses tonum olduğunu söylemek istiyorum. Yoksa modernleştikçe bir de çenemiz mi açılıyor? Ama bir taraftan, sıkılıyorsak şayet, tahammül gücümüz de azalıyor. Karnımız acıkıyor. Maçlara gidemiyoruz. Ha, bu arada hiç yoktan sevgiyi de öğreniyormuşmuşuz. Bunu ne zaman söyledi? Medya var sonra… Biz bunu tespit etme gereği duymuyoruz. Niçin? (Merhaba, az sonra kızın, sence niçin, sorusunu “niçin”in ikinci “i”sini uzatarak soracağını söylemek için geldim. Ben tekrar dinlenirim.) Sence niçin? Niçin mi? Eee, çünküüü, çünkü aile ve okul bireyleriyle kullandığımız dil farklı… O yüzden Türkçe sözlükte, kullandığımız sözcükleri bulamayız. Niçin? Şunu itiraf etmeliyim ki bu kızın “niçin”leri, bir iç sesin ötesinde, her an içimden taşarak rast geldiğim herhangi birinin gırtlağına yapışıp “niçin, niçin” diye haykırabilir. Ona, çünkü dedem öyle söyledi, dersem ciddiyetimi kaybedebilirim. Çünkü bilim dedemi anlamaz. Çünkü bilim de en az dedem kadar saftır. Anadili yoktur. Konuşma dilinin öneminden sonra, cırlak bir gülümsemeyle, evet, demek kalsa da e ne bileyim, farklı farklı görüşler var ve temelde de şey var: İnsanlar. Roma’dadır bu insanlar, adları da Thomsen değil, Kaşgarlı Mahmut’tur. Niçin sustun? Sustuğumu düşünmesi, adamakıllı fikirlere sahip olmayışımdan. Oysa ben ve o, ben ve diğerleri ne zamandan beri iletişiyoruz. Tabii, bu konuda da derin derin düşünüyoruz, yani düşünmüşler, bu dilin doğuşu? Yahu, nereden gelmiş akıllarına? Hayvanları, evet, hayvanları… İnsan, hayvanları taklit edecek kadar yücedir! Sadece hayvanları mı? Su, su da var. Görsel olarak, kısaca, işaret… Mesela ilk teori, içinde Tanrının esnediği bir teoridir. Tanrı esner ve kötü nefesinden bir teori oluşur. Yılanların işi yoktur aslında. Sonra niye Romalılar, Adem mi kurmuştu? Evet, Tanrısal teori budur. Birileri birilerine, edepsiz, diyor. Orada da Adem ona, keçi, diyor. Niçin? Çünkü o, ağaç değildir ve bir teori olamaz. İnsanlar, böyle olduğuna inanır. İnsanlar düşünür ve düşüncelerini, ispatlanmamış teorilerini peygamberlerle doğrular. Yani sorgularlar: Adem hangi dili kullanır? Ama o zaman Türkçe yoktu mesela. Hatta çok şiddetli din kavgaları olurdu, mezhepler arasında bile. Çok affedersin, Hz. İsa, sünnetliydi. Peki, niçin reddedildi? Daha sonra inanıldı. İnsanlığın doğasına aykırı bir Hristiyanlık kitabında okuduk İsa, yazıyı mı bulmuştu? Burası biraz karışık… Biz kuyuya düşen azizi kurtaralım. İsa’ya karşı olan, hani şu imana gelen… Onu “Havari” değil de “havaaar, havaar” diye çağırmışlar. Bu, bütün dinlerde ortaktır. Yani aslında İsa bize bunu öğretir. Bunun dışında kalan bin türlü şeye inananlar var, ne komik! Biz, farklı düşüncelerin analizini yaptıkça sorumluluğu üzerimize düşer ama bunu ana başlıklarıyla değerlendirip yalnızca yansıtıyoruz. Çok yoruluyoruz.


Henüz çok fazla uzaklaşmamışken iki adım geri gidip sonra tekrar yolumuza devam etmemizi istemem çok mu aptalca olur? (Kız şöyle bir duraksar, bunun aptalca olduğunu düşünür. Ben bir kahve daha rica edecektim! Hemen, efendim!) Hayır ama niçin? Ölünün körü için! Bu yoldan geçerken bana şans getirdiğine inandığım mazgala basmadığımı fark ettim de… Tanrım, aptallığımı tescilleyen soruyu cevapladım!


Devetabancığım,

On gün önce, senin gibi bir puşt yüzünden, hikâyemi iki adım geriden başlatmak zorunda kaldığımı küstahça belirttiğimi hatırlayacağını hatta hatırlamak bir tarafa, bunu ömrün boyunca unutmayacağını biliyorum. Ne var ki bugün küstahlığımın kurbanı olduğumu gördüm. Hayatımın herhangi bir anını, iki adım geriye gidince telafi edebileceğimi mi zannetmiştim? Evet, gerçek şu ki adımlarımın zamanın akışı içinde kayboluşunu, onları bir daha geri getiremeyeceğimi hesaba katmamışım. Ama bu, hikâyemi eski haline çevireceğim anlamını taşımıyor elbette. Zira iki adımlık hatamı dört adıma çıkarmayacak kadar akıllandım.


Son kitabını çok beğendim. Sadece çok beğendim çünkü henüz okuma olanağı bulamadım. N. E.’nin öyküleri arasındaki koridorlardan bahsettiğimi hatırlıyorum. Sürekli cılızlığımdan dem vurduğun duyumunu alınca senin de koridor merakının olduğunu düşündüm. Ama üzüntüyle söylemeliyim ki koridorlardan bahsederken onların üç futbol sahası genişliğinde olduğunu atlamışım.


Bana cevap yazmana gerek yok. Çünkü hitap şeklimizi dahi değiştiremediğimiz şu otuz yılı şöyle bir düşününce, Cılız Behçet ile Devetabanı’ndan öteye geçemediğimizi görüyorum. Adımı atmadan değişiklik yaratmak fırsatını kaçırmaman dileğiyle…


Beşir


Gülümseyerek yolumuza devam etmemiz, aptallığımı yüzüme vurmak istemeyişinden. Ama o, yüzümü göremez ki! Kuşkusuz öyle, göremez! Ancak çaresizliğim şu ki aptallığımı yüzüme denk getirebilme ihtimali var.Son derece ürkütücü bir ihtimal! Bunu geçiştirebilir miyim? Çok zor! Sanırım bu biraz da yazarken silgi kullanmayışıma benziyor. Üstelik karalamam da pek mümkün görünmüyor. Gördüğünüz üzere, size yardım etmek gibi bir niyetim yok. Yalnızca eşlik etmek istiyorum. Önünüzdeki taşı bastonunuzla yoklamadan takılıp düşseydiniz, beni daha gerçekçi bulurdunuz. (Ben orta şekerli istemiştim ama ziyanı yok, teşekkür ederim. Bu arada kızın gülümsemesi, yüzünden düşer. Merhaba, hoş geldiniz!) Bu kez, niçin, diye sormadı. Niçin? Ölünün körü için! Tabii ki salak sepelek cümlelerin için! Gördüğünüz üzere, denir mi kör bir kıza! Hayır, hayır, hayır, hayır! Karalamakaralamakaralama! Öyle değil, öyle değil! Aslında ben duyduğunuz, tattığınız, dokunduğunuz üzere filan diyecektim! Hayır hayır, karalamakaralamakaralama! Öyle de demeyecektim! Şimdi de siz sustunuz. Siz, diye hitap etmekten vazgeçersek belki daha rahat konuşabiliriz, pek alışkın değilimdir de. Aptal taklide akıllı karşılık! Acaba ona çok güzel olduğunu söylersem durumu kurtarabilir miyim?


13 Ekim 20:50

Beşir bana, güzel, diyor. Sahiden güzel miyim ben? Hayır, olmamam gerek. Değilim. Ama Beşir bana neden öyle diyor? Aman canım, hani, arada sıfat olarak ekliyor. İyi de onu uzun zamandır ekliyor. Ama ben yeni fark ediyorum galiba. Ya da gerçek manasında söylediği bir kez olmuştu, o zaman fark ettim. Peki bu, o kadar önemli mi? Önemli olan, aslında, her zaman için bir şeyi hissettirmektir. Söz nedir ki değil mi? Ama biz hep deriz ki Beşir’le, insan bazen duymak ister. Yok, açık söylüyorum, bunu duymak istediğimden değil. Nedense yâd etmek istedim. Söylemeden geçemezdim, sanki, belirtmeden. Ben, gerçekten… Neyse.


Beşir’in bana güzellikle ilgili sözler söylemesini pek istemiyorum aslında. Çünkü biliyorum ki geçecek, kalmayacak. (Gülümser.) Varsa tabii! Yaşlanacağım kısa zamanda, büyük ihtimalle kilo alacağım. Bana bende baki kalacak özelliklerimle muamele etse daha çok sevinirim herhalde. Ama bakın, bana “güzel” dediğini fark etmekle yazıyorum işte! Demek ki etkileyebiliyor. Etkilediğine şüphe yok, canım! Neyse, işte, öyle… Her şeyin sonunda da ‘’işte, öyle’’ yazmayı sevmiyorum ama böyle kapatmak işime geliyor galiba. Hayır, kapatmak istediğimi de nereden çıkardınız! Adi pislikler! Henüz Beşir’i çok özlediğimi söylememiştim! Onu her düşündüğümde boynuna sarılmak iştiyakı duyuyorum. İçime bastırmak. Yüzünü avucuma almak… Sevgimi vererek bir kediye çevirmek…


İnsanın, sevdiğinin yanında bir kedi gibi olması çok hoş bir şey… Kuşatılmışlığı bütün benliğiyle yaşıyor insan. (Kararsızlaşır.) Yaşıyor olsa gerek, yani? Ama şunu herkes bilmeli ki sevgi tensel bir dokunuştan ibaret değil, olamaz! Asla! Bu dokunuş ancak sevgiyle olduğunda güzel, sevme insiyakiyle… Beşir’in deyimiyle, yakından sevmek…


Evet, çok güzelsin Nerminciğim! (Başını denize doğru çevirir. Bu, Nermin’in bir sıkıntısının olduğuna mı işarettir, her neyse… Ah, şu alışkanlık!) Seni konuşturduğuna, daha doğrusu, sana anlayabileceğim bir şeyler söylettirdiğine göre bunu bir başarı hatta dünyanın en maharetli işi bile sayabilirim!(Gözlerini yavaşça kapayıp yüzünü buruşturur, Beşir’e döner.) Sence de öyle değil mi? Kolyesi ya da herhangi zamanda, herhangi şeyleri hakkında beğenimi ortaya koymadığımı söylediğinde daha az sinirliydi. Benden, daha gerçekçi olmamı mı bekliyor? (Ciddiyet ve çekingeyle…) Değil! Martıları dinliyorum. Martıları duyuyor musun, Nermin? Evet, cırtlak ve anlamsızlar! Sormamakla iyi etmişim. Değil mi! Değil. Bana göre dünyanın en maharetli işi, bir kitabı anlamaktır. Oysa ben sana, güzel, derken en gerçektim. (Hiddetlenir.) Sen kocaman bir yalancısın! Basit bir mantık kurup herkesi her şeye kolayca inandırmaya çalışıyorsun sadece! Kitap yerine herhangi bir şey de söyleyebilir hatta o herhangi şeyi doğru gösterecek mantığı da çabucak kurabilirdin! Mesela, atsineği gibi mi? (Düşünmez.) Evet, atsineği gibi! Mantık üretip bunun bir kitabı anlamaktan daha maharetli bir iş olduğunu ispatlayamam. (Sesi yumuşar.) Nedenmiş? Çünkü bir atsineğini anlayabilirsen bir atsineği kitabını anlayamayabilirsin ama bir atsineği kitabını anlayabilirsen bir atsineğini de anlayabilirsin. (Birden… Ne diyeceğimi şaşırdım. Çok sinirlenir!) Anlayabildiğim bir atsineği, kitabın esas konusuyken nasıl olur da kitabı anlayamam, saçma! Sözgelimi, duyarsız bir atsineğini anlamışsan duyarlı bir atsineğini anlayamayabilirsin ama bir atsineği kita… (Dinlemez.) Yeter artık, kes şu şaçmalığı! (Titremeye başlar.) S ile ş’nin peş peşe gelmesinden nefret ediyorum! Hepsini birbirine karıştırıyor, doğru telaffuz edemiyorum! Bu yetmiyormuş gibi,hikayelerinde başka başka aşüftelerin adlarıyla anılıyorum! Çünkü onlar gibi, düşünülmüş, hatasız şeyler söyleyemiyor; söyleyemeyince de tanımadığım, tamamen hayal ürünü yaratıkların birbirimizi nasıl sevdiğini, çekirdek bile çitleyemeden ve sanki çitleyecek başka şeyler de biliyormuşum gibi okumak zorunda kalıyorum! Bir böcek gibi ezildiğimi hissediyorum! Normal bir birliktelik yaşayamıyorum! İnsanın, böcek gibi eziliyorsa sinek gibi özgür olmayı hayal etmesi gerekmez miydi? Nermin’e, onu çok sevdiğimi söylemeliyim. Başımı kaldırdım. Bir sineğin uzaklara, çok uzaklara özgürce uçuşunu gördüm.


Güzel olduğunu söylemekten vazgeçtim. Çünkü bunu da göremez. Baktığında ona güzelliğini kanıtlayacak bir ayna yok. Hem daha adlarımızı bile bilmiyoruz. Adınızı, hayır hayır! Karalamakaralamakaralama! Adını öğrenebilir miyim? Karalamakaralamakaralama, önce kendi adımı söylemeliyim. Ama ya önce bayanların adı soruluyorsa! Öyle saçmalık olmaz. O halde bayanlar önden gidemez. Ama gidiyor, işte! Neden bir türlü karar veremiyorum? (Gülümsemesini göstermeden gülümser.) Çok hızlı yürüyorsun, sana yetişmekte zorluk çekiyorum. Ona körmüş gibi davranmak istemediğimi anlamış mıdır? (Kız da gülümser.) Şaka yapıyor olmalısın. Ölmüş olsa ölünün körü, şakasını yapardım. Belki bayağılığıma gülebilirdi. Ölmedi. Şaka yapamadım. Çok ciddiyim. Merdivenleri çıkıyoruz. Karşıdan gelen: Feraset yoksunu bir kız babası gibi yürüyor. Dikkat et! Aptal! Bir yerin acıdı mı? (Acır ama belli etmez.) Hayır hayır, ayağım takıldı sadece. Teşekkür ederim. Önemli değil. Ne demek önemli değil! Yani senin gibi çirkin, sakar üstelik kör bir kızın teşekkürünün ne gibi bir önemi olabilir ki! Karalamakaralamakaralama! Aslında rica etmeli ya da hiç değilse, bir şey değil, demeliydim! Gördün mü şimdi aptalın kim olduğunu! Şimdi tekrar et bakayım: Önemli değil, değil; rica ederim ya da senin gibi mankafalar için, bir şey değil; gözlüklerini taktı, değil, gözlüğünü taktı; bıyıklarını burdu, değil, bıyığını burdu; Hasan Ali, değil, Hasan Âli; acil servisine, değil, acil servise… Hiçbir şeyi beceremiyorsun!


Sevgili Necla,

Önce şunu söylemeliyim ki kalbinde sevginin varlığını -bana karşı olmayabilir- hissedebildiğim için, sevgili, diye hitap ettim. Diyeceksin ki bu izahatınla hitabını anlayamayacak kadar aptal olduğumu mu kanıtlamaya çalışıyorsun? Hayır, asla, bunu asla düşünemem! Aslında kötü olan hiçbir şeyi düşünemem ama galiba farkında olmadan dile ihanet ettim ve yine galiba anlaşılmayacak şeyler söylemek ve fark edilmemekle cezalandırıldım. İşin tuhaf tarafı, bütün vücudumu kontrol etmeme rağmen suçluluk damgamın nerede olduğunu bulamadım. Sanırım en az iki insanın ısısıyla belirginleşen bir yapıya sahip. İnan, seninle otobüse binmeyi çok ama çok istiyordum. Sanırım tam da o esnada damgam belirginleşti. İnsanlar beni itmeye başladı. Bir ara kafam bir kayaya çarptı. Onu nereden, nasıl getirdiler; bilmiyorum. Bayılmışım. Sonra ayılmışım. Ayılmışım, diyorum çünkü ben kendi kendine ayılacak kadar başarılı değilim. Zaten ilkokulda öğretmenim de bana: “Sakın büyüyünce ayılma, sen iyi bayılırsın!” demişti. Ne kadar haklıymış, değil mi? Ama şunu da belirtmeliyim ki ayılmışım, diyebilmem için birinin bana ayıldığımı söylemesi ve benim de ayıldığımı görmemem gerekir. Etrafıma iyice baktım, kimseyi göremedim. Otobüs de sen de gitmiştiniz. Belki de beni sen ayılttın ve çok acil bir işin olduğu için de ayıldığımı söyleyemeden gittin. Bu gün çarşamba… Pazar, yürüyelim mi?


Beşir


Gerçekten, iyi misin? Yalandan daha kötü değilse iyi sayılır. Ben bu kadar yolu görmeden yürüyemezdim. Bana gelince “görmeden”, ona gelince “kör!” (Gülümser.) Evet, endişelenmene gerek yok. Sahi, endişeleniyor muyum? Söylediklerimi anlayabileceğini gösteriyorum. Bak, sen körsün, anladın mı, ben de… Ben de görenim, görüyorum, bakanım, bakbakan! Ka ra la ma ka ra la… Sıkıldım. Hayır, üzüldüm! Şimdi de sen aptallaşmaya başladın. Ne demek, endişelenmene gerek yok! Yani benim endişem gereksiz, öyle mi! Haydi oradan, pis kör! Belki de kendisine aşık olduğumu filan zannediyordur. O kadar güzel değil ki! Bana bakma, ben aptal olduğum için hakaret sayılabilecek şeyler söyleyebiliyorum ama sen, güzel olduğunu zannettiğin için kasten hakaret ediyorsun! Mesela bak, ben aptal olduğumu bir kere daha gösterdim, bana bakma, dedim hatta aptallığımı gösteren cümleyi belirtirken bile aptallık ettim, mesela bak, dedim. Ben iki kere, ikiden de çok aptalım; sen bir kere bile güzel değilsin! Başka basamak kalmadı. Sanırım geldik. Evet, birkaç adım ötede. Umarım derse gecikmemişimdir, hocam biraz sinirlidir de geç kalınmasından hoşlanmaz.


FATMA (Anahtarı çevirir, kapının kilidini açar.) : Bıktım artık el alemin evini temizlemekten! Gün yüzü yok mu şu dünyada! (Çocuğun elini sıkar.) Sakın yaramazlık yapıp da canımı sıkma, getirdiğime pişman etme, hiçbir şeye de dokunma!

ÇOCUK (Bir kabahat işlediğini düşünür.) : Tamam!

FATMA (Eliyle yer gösterir.) : Şurada uslu uslu bekle (Kendi kendine) önce bulaşıkları aradan çıkarayım.

ÇOCUK (Parmaklarıyla oynayarak Fatma’nın mutfağa gidişini izler. Fatma, mutfağa girince bir şey arıyormuş gibi etrafını kontrol eder. Dikkatini çekecek hiçbir şey bulamaz. Karşıdaki oda kapısına doğru ilerler. Kapıyı açar. İçeri girer. Birkaç adım daha atar. Sağ tarafındaki dağınık yatağa bakar. Arkasını döner. Ayakları ve sandalyesi kana bulanık, gözleri baygınlaşmış, sıkıcı herifi görür. Olduğu yere çöküp ilgiyle seyreder.)

BEŞİR (Bütün gücü tükenmiş, kafası önüne eğilmiş şekilde sandalyede oturur.):


Sevgili öğrencim, değerli edip Beşir B’ye güzel yıllar yaşaması dileğiyle, sevgiyle…

Hakan S.

25 Şubat

vvvvvv

Merhaba Hocam, kapı açık kalsın! Evet evet, öylece oraya, bulunduğunuz yere çökün. Nasılsınız? Hoca, lafını duyunca şıp, diye damlar. Nasıl, iyi edip olmuş muyum? Aslında ilkokul öğretmenim benim iyi bayılacağımı, bu mesleğin bana daha uygun düşeceğini söylemişti. Ancak sorun şu ki bayılırsam bana, ayılmışım, dedirtecek birilerini bulamamaktan korkuyorum. Bunu kendi kendime söyleyemez miyim? … Hıı? … Hep geç cevap verir. Söylediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Sesinizi biraz daha yükseltemez misiniz? … Galiba yirmi dokuz buçuk yıl önce bir derste yanıma oturduğunda sabah aceleyle tıraş olduğu için çenesinin sol alt tarafında sakalının bir bölümünü kesmediğini gördüğümü ve bunu ona söylemediğimi akşam yaramaz kızlarından biri kahkahayla “ Aa, baba çeneni tıraş etmeyi unutmuşsun!” dediğinde anladığı için sorularımı dikkate almıyor. Halbuki gördüğümü değil de niçin söylemediğimi anlasa, anlayabilse avazı çıktığı kadar bağıracak. Niçin? Sana açıklama yapmadım! Sen çekil şöyle bakayım! Bakıyorum. Hocam, Hocam neredesiniz! Benim derse gitmem lazım, daha fazla gecikmeyeyim, az önce de söyledim, hocam biraz sinirlidir, geç kalınmasından hiç hoşlanmaz. Çekil şuradan, hocan umurumda değil, ben kendi Hocam’ı görmek istiyorum. Bu arada isimlerimizi sormadık, adını öğrenebilir miyim? Adım, adım Beşir ama ben, ben göremiyorum! Aa, ne tesadüf, benim adım da Beşir, ben de göremiyorum! Neden ışıkları söndürdün! Şaka mı yapıyorsun? Hocam! Hocam, ışıkları söndürdüler! Hangi ışıkları? Işıkları yakın! Niçin? Hiçbir şey göremiyorum! Körü, ölünün, ölünün körü oldum, olamaz! Olabilir.

ÇOCUK (Gürültünün ardından koşar adım odadan uzaklaşır. Salonu hızla geçer. Mutfağa girer.) : Anne! Anne!

FATMA (Sesi duyar. Sinirlenir. Çocuğa döner.) : Ne var, Allah’ın cezası, ne!

ÇOCUK: Adam! (Yutkunur.) Adam sandalyeden düştü!