Ne fark eder? Bilmiyorum. Saat kaç, günlerden ne biz burada ne yapıyoruz? Bu minvalde soruları geride bırakalı çok oldu. Yine de içimi kemirip duran bir sıkıntının varlığını hissediyorum. İnsanda her şeyin bir sınırı varmış gerçekten. Fazla ileri gidince başa dönüyorsun. Evet, maalesef duyguların bile bir sınırı varmış.

Erken yaşadım diyorum ne varsa, bugüne bırakmadan sıyırmışım yüreğimin dibine dek. Hem de hiç olmayan insanlarla tüketmişim en güzel duygularımı. Artık ne sevmeye ne de sevilmeye ihtiyaç duyuyorum. Yine de diyorum, yine de bir şey eksik. Ama bu bir insanın alakasıyla kapanacak gibi bir şey değil.

 

Nasıl bir yaşam bu? Düşünmüyorum artık. Düşüncelerimi de tükettim. Düşüncelerimi eyleme geçirmediğim için düşünce üreten yerlerimin de güvenini kaybettim. Anne? Sınırı aştım. Nasıl bir yaşam? Ne fark eder bilmiyorum. Ben uyumam, sızarım. Sabah alarmdan önce uyanırım. Belki de uyanmam, sıçrarım. Ayaklarımın altında bir ateş vardır sanki, bedenim çok içmekten bitap düşmüş, vücudumda kaşıntılar, aklımda bulanıklık, bedenimde ağrılar. Bu işkenceyi kendime neden yapıyorum? Bir cevabı yok. Bir insan her gün bu işkenceyi kendine neden yapar? Artık yapmayacağım yalanını söyleyemiyorum kendime. Ölmediğim sürece hep yapacağım çünkü. Tekrar iyileşeceğim ikindiye doğru, gece ettiğim tövbeyi unutacağım. Vücudum birkaç yıl daha böyle kendini yenileyecek. Doktorlar söyleyene kadar günde üç paket sigara içmenin bana zarar verdiğini bilmeyeceğim. İşin stresinden kaçacağım. Eski ailemi düşüneceğim. O güzel olduğunu bilmeden yaşadığımız günlerin sesleri gelecek kulaklarıma dek. Annem olsa kızardı ama annem yok. Tabi çıkış noktaları da aramayacak değilim. Önce benimle görüşmeyi pek istemeyen eski birkaç dostu arayacağım. Onlar da zamanında benim gibiydiler. Eş zamanlı olarak uzun süreler farklı kızları sevmiştik. Onlar sonra iyileştiler, başka kadınlarla evlendiler, çocukları oldu. Karıları benimle görüşmelerini istemedi. Arada kaçak köçek gelirler.

Sonra inanmayacaksınız ama bir camiye gitmeyi deneyeceğim. Kapısından içeri bakacağım. O köy evinde hatırla, bir oda vardı, yerde yataklar. Yataklar arap sabunu kokardı. Pencereler çatlak, kofada çıtır çıtır odunlar, duvarda ayetler, kireçli duvarlar… Bir yastığa koyacağım başımı, dedemden, amcadan ve diğerlerinde korkarak. Beni çocukken de sevmezlerdi. Çocukken bile sevimli olmaz mı insan? Sanırım tatlı bir çocuk değildim. Koynunda yatacağım bir annem yoktu da ondan. Hafiften bir tat anımsıyorum. Sıcak bir yataktı, yanımdaki annem olmalıydı ve ben dört ya da beş yaşındaydım. Annem gidince bana onlar baktı. Aptal olduğuma dair en sinkaflı küfürler kulağımda ama olsun. Canları sağ olsun. Artık kırgın değilim. Orada bir yuvada gibi, sert bir yastıkta başım, burnumda Mekke’den yeni gelmiş hediyelikler kokusu. Allah bizi yakar diyor hoca sabahları derste. Medrese önü güzel kızlar çiçek gibi. Ben daha o zaman viski içmiş gibi garip bir kafa, bana bakan kızların güzelliğindeyim düşüncelerde. Onlar da beni sevmiyorlar biliyorum. Annem evdeymiş o zamanlar ama annemin evde olduğunun bana mutluluk vermesi gerektiğini o zamanlar bilmiyorum.

Birkaç şey daha denerim belki. Önce Necati abinin kahvehaneden birkaç el yüz bir. Sarmıyor artık hiçbir şey gibi. Sonra Suat amcanın birahaneye. Düşünecek çok şeyi var buradakilerin. Sonra bir masaj salonu en ucuzundan. Tenime hastalıklar yapıştıran. Masaj yapmayan çirkin bir karının ellerinde uzuvlarım. Sabah arakladığım paralar cebimde. Annem haram yeme derdi. Sanırım öyle derdi diğer anneler gibi. Denizinde yüzüyorum haramın.

Ucuzundan bir oda, çeyreklik viski, yabancı bir karı. Yine başa dönüyorum… acaba o kimin annesi?

 

“Ne o, ne düşünüyorsun öyle?”

“Hiç, hiçbir şey düşünmüyorum.”

“Söyle söyle, bir şeyler var sende.”

“Yok yok, yok bir şeyim.”

Temizlikçi Türkmen kız sorularını yineler yine odadan kaçana dek. Ağzımda bir cehennem. Sarılıp ağlayacak kimsem yok. Tekrar gideceğim bir yer yok. Denizlere bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum. Bakıyorum ne oluyor? Hepsi bir yalan, annem denizlerden nefret ederdi. Hiçbir yeri gezmedi. Doğduğu şehirde öldü. Hiç deniz görmedi. Sarı tarlaların arasında yaşadı. Dayım denizde ölmüş askerde, bana da tek nasihati denize girmememdi. Silik hatıraların arasında gerçek mi sahte mi olduğunu bilmediğim ama sesini net hatırladığım tek nasihati oydu, dinlemedim. Onu da dinlemedim.

Eve dönüyorum. Zihnim uğultulu. Biraz daha içiyorum bayılmak için ve döngünün ertesi gününü geçiyorum. Sonra cumartesi gecelerinin güzelliği. Tek bugünlerde uykumu alıyorum.

Dolaşıp durmak bir pazar günü en işlek caddelerde. Çocuklara bakıp doğduklarına üzülmek. En iştah kabartan yemek kokuları bile mide bulandırıyorsa bir de? Hiç güzel bir kadının ne yüzüne ne de mini etek çektiği o kıçına bakmadan başın öne eğik yürümek sadece. Beni bu insanlar neden aralarına almıyordu bilmiyorum. Onların pazarlarıyla, benim pazarım arasında ne fark vardı ki sanki? Neden ben hariç herkes yerini bulmuş gibiydi? Oysa o hayatı da ben istemedim. Başka bir insanın ailesiyle birlikte gelip hayatıma girmesine, beni sürekli daraltacak bir kadına ve sürekli ağlayacak bir çocuğa tahammül edeceğime dair bir inanç kalmadı içimde. Evlilik kötü pişmiş yemeklerin camlarda buharı, eve gidilmesi gereken bir saat, sürekli para harcayan bir kadın, sırf eşinin akrabaları diye tanımadığın insanlara tahammül etme sanatı değil miydi? Ya da öyle mi sandım. Annem evlenmemi de çok ister miydi yaşasaydı?

 

Pazartesi çabuk gelir. Bazen motivasyon bulamam içimde. Rapor almak için sağlık ocağının önünde gezerken doktor bana siktiri çeker. Ben çalışmak istemiyorum. Ben işe gitmek istemiyorum. Annem çalışkan ol demiştir belki. Okula da gitmek istemezdim. Beni zorla kaldırırdı yengem, okulu yapanlara, yaptıranlara küfürler ederdim. Bu çocuktan bir bok olmaz derlerdi. Uykusuzdum… Çünkü daha çocukken düşünceler yüzünden uyuyamazdım. Ben neden böyleydim? Neden soramadım anneme? Ve benim böyle olduğumu kimse neden bilip fark etmedi? Bu çocukta da bir şeyler var? Neler var? Biraz salak ya da geç anlıyor? Geç değil, güç değil, duymazdan geliyordum bilmiyorlar. Kafamda kırk tilki var, kuyrukları birbirine değmiyor. Zamanında çok düşünmüş olmanın bir eseri mi bu aptallık? Her ihtimali düşündüm, hiçbirini yapmadım, bu hale geldim ne yapayım?

 

Güzel şiirlerim vardı. Annem bilmedi. Öyküler yazdım. Romanlar bile. Kimse görmedi. Sonra yaktım onları bir gün. Benden geriye bir şey kalmamalı. Artık yazamıyorum da. Ne varsa yazdım diye, yazacak ne kaldı geriye?

 

Salılar gelir, öylece geçip gider. Çarşamba yeniden düşerim masaj salonuna. O salon aynasında buğulu aynada çirkin bir yüz, cehennemde bir surat. O benim, benim yüzüm. Annemin bıraktığı gibi değil.

Perşembeler heyecanlandırır biraz. Cumalar ödemeler yapılır, sahte ödemeler yazarım olmayan insanlara ve kiraladığım hesaplara çekerim parayı, sonra cumartesi gecesi, çok çirkin bir orospuyla…

 

Sabah oluyor. Biliyorum bu sarmaldan çıkamayacağım. En aydınlık hevesler bile çürümüşken içimde. Annemin öldüğü günü biliyorum. Nedenini bilmiyorum fakat. Sadece onun ölümünü kanatıyorum içimde. Bunu dışında hayatta hiçbir şey canımı yakmıyor. Canım yansın ki iyice insanlıktan çıkmayayım, acısı kalmayınca insanın, insanlığı da kalmıyor.

Bu sarmaldan çıkamayacağım biliyorum. Eskiden umut ediyorum. Bir köprü üstünde bir kızla çarpışsam, yağmur yağsa, kız soğuk ellerini yüzüme götürse, saçılan kitaplarını toplasam, oradan bir kahveciye geçsek, annem konuşur mu zihnimde bu nasıl bir kız, sana yakışmaz?

Annem neyden anlardı hatırlamıyorum. İçimde onunla kendimi dövmekten yoruldum. Ben bütün köklerini koparmış bir ağaç gibiyim, fakat neden ölmüyorum, can çekişiyorum.

Zihnimim duvarlarına dek sinmiş onların yasakları, onların düşünceleri, bir hayal bile kuramıyorum. Belki annem erkenden ölmese, ben de ona kendi gerçekliklerimi kabul ettirirdim.

Sarmaldan çıkmanın başka bir yolu daha var. Annemi de yaratmış olan varlığa gitmek biliyorum. Fakat pasları çözülmüyor yüreğimin. Denemedim desem yalan olur, denedim çok denedim. Birkaç günün sonunda başa döndüm. Hem o yol, hem bu yol olsun istedim, onu da beceremedim.

Dualarım da vardı eskiden. Bu sarmaldan çıkmak için, en azından dua ederdim artık onu da, evet onu da bıraktım.

Benim annem ben altı yaşındayken öldü. Şimdi düşünüyorum, otuz yıl olmuş. Fakat annem bu kadar anıyı hafızama nasıl kazımıştı? Bu kadar sıkıntıyı, bu kadar yasağı bana nasıl koymuştu?

Bu sarmaldan çıkmak için… hangi sarmal. Yaşım sekiz, ilk okul, lakap: yetim çocuk. Herkesin bir annesi var önlük yıkıyor. Masa örtüsünü yıkama sırası bana gelince, sıra benden geçiyor. Kokuyorum kimse yanıma gelmiyor. Yengelerim beni dövüyor. Hatırlıyorum öldü diye anneme küsüyorum. Hep kavga ediyorum içimde onunla, onun da yasakları başlıyor. Dağlara git diyor, uzak dur insanlardan, yalnız kal, sessiz kal, kimseyle konuşma, kaç onlardan… Kaçıyorum, kaçıyorum, kaçıyorum derken… her şey ölüyor. Neden annemin bir sonbahar akşamı, bir ineğin sütünü sağarken, kalbine saplanan acıyla yere yığılıp öldüğü, içimde ölmüyor?

 

Nasıl bir yaşam bu? Düşünmüyorum artık. Düşüncelerimi de tükettim. Düşüncelerimi eyleme geçirmediğim için düşünce üreten yerlerimin de güvenini kaybettim. Sınırı aştım. Nasıl bir yaşam? Ne fark eder bilmiyorum. Ben uyumam, sızarım. Sabah alarmdan önce uyanırım. Önce anne derim, anne. Acaba bugün ölecek miyim?