Genç kadın bir başına ilerliyordu. Bu ne şiddetli bir rüzgardı! Üşüyordu kadın, içi titriyordu adeta. Zannediyordu ki üşümesi soğuktandır(!). İçi titredikçe bu genç yaşında ruhunu sarmalamış dertlere daha sıkı sarılıyordu. Aman yarabbi! Yine o sızı işte... Babasını daima herkesten çok sevmişti, hala da seviyordu. Sızı, babasına olan özlemiydi. Öyle farklı bir adamdı ki! Hayatında her şeyden ve herkesten çok seviyordu kızını çünkü küçük yaşta kaybettiği annesinin merhametinin izlerini taşıyordu genç kadın. Zehirli bir sevgiydi bu... Küçük yaşta annesini kaybeden bir erkek, zannediyordu ki böyle severse kızını kaybetmeyecek. Kadın babasına ne olursa olsun kin beslemedi. O ela gözlere zaten nasıl kin beslenirdi ki! Sevilmemiş ufak bir erkek çocuğu sığınmıştı o gözlere. Genç kadın aşıktı bildiği adama; tanıdığı adama kızgınlığı, hayreti, bildiğine olan saygısını ve sevgisini değiştiremezdi onun için. Bu aşk öyle çalkantılı bir aşktı ki kadının sonu olacaktı neredeyse. Kan içinde genç bir kadın, vicdanı sızlatamayan yardım çığlıkları, korku, yaşam sevgisi... Gülen gözlerinin yerini şüphe almıştı, ela gözlere sığınan masum erkek çocuğunun yerini ise öfke... Kadının içindeki öyle bir kör kuyuydu ki o kuyuda kaybolmayı bile kabullenmişti artık çünkü güvenliydi kuyu.
Rüzgar şiddetini arttırdıkça sızı da arttı. Bir ara rüzgar nihavent makamında mırıldandı:
"Rüzgarların önünde
Kuru bir yaprak gibi
Sürüklenecek, sürükleneceksin."
Genç kadın kaybolduğu o kuyuda kimin kuru bir yaprak gibi savrulduğunu göremiyordu. Belki de savrulan kendisiydi(?). Gözünün önünde tanıdığı adam belirdi. Bu sefer de kadın rüzgara mırıldandı:
"Şefkat nedir, aşk nedir?
Ömrünce bunu bilmeyeceksin.
Ah, bilmeyeceksin."