– Bak! dedi.
– Pek küçükmüşüz, dedi Minna.
– Evet, ama duygu ve zekâmızla büyük oluyoruz, diye devam etti Séraphitus. Şeylerin bilgisi, Minna, sadece bizimle başlar; görünen dünyanın yasalarından öğrendiğimiz ufak şeyler bize üst dünyaların sonsuzluğunu keşfettirir. Seninle böyle konuşmanın zamanı mı bilmem; ama umutlarımın alevini sende de tutuşturabilmeyi o kadar isterdim ki! Belki de bir gün bir araya gelebilirdik o zaman, sevginin ölümsüz olduğu dünyada.
– Burada hiçbir şey istikrarlı değil, diye küçümser gibi devam etti. Dünyevi sevgilerin geçici mutlulukları kimi ruhlar için daha kalıcı mutlulukların şafağını haber veren ışıklardır; tıpkı bir doğa yasasının keşfinin, bazı ayrıcalıklı kafalara sistemin tümünü tahmin ettirmesi gibi. Bu dünyadaki kırılgan mutluluğumuz, dünyadan bir parça olan toprağın dünyaya tanık olması gibi, daha tamam bir başka mutluluğun tanığı olamaz mı?
(Sf.23)
– Ben ağladığım zaman neden sen de ağlamıyorsun? diye sordu Minna, hıçkırıklarla ara sıra kesilen bir sesle.
– Saf ruhtan ibaret olanlar ağlamaz, dedi Séraphitus, ayağa kalkarak. Nasıl ağlayabilirim ki? Ben artık insanların sefaletini görmüyorum. Burada iyilik bütün güzelliğiyle güneş gibi parlıyor; aşağıda, telleri tutsak ruhun parmakları altında titreyen ıstıraplar arpının korku dolu yakarışlarını duyuyorum. Buradaysa ahenkli arpların konserini dinliyorum. Aşağıda umut var, inancın bu güzel başlangıcı; ama burada inancın kendisi hüküm sürüyor, yani gerçekleşmiş umut!
– Beni asla sevmeyeceksin, fazla kusurluyum, beni hor görüyorsun, dedi kız.
– Minna, meşenin dibinde saklanan menekşe içinden şöyle der: “Güneş beni sevmiyor, buraya uğramıyor.” Güneş de içinden şöyle der: “Aydınlatırsam ölür bu zavallı çiçek!”
Ve çiçeğin dostu olduğundan, sevgilisinin taç yapraklarını renklendirmek için ışınlarım meşe yapraklarının arasından süzerek zayıflatır. Ben kendimi yeterince örtülü bulmuyorum ve hâlâ beni fazla görüyor olmandan korkuyorum: Beni daha iyi tanısaydın tüylerin ürperirdi. Dinle, ben dünyanın meyvelerinden zevk almıyorum; sizin sevinçlerinizi fazlasıyla tattım ve anladım, ve pagan Roma’nın sefih imparatorları gibi her şeyden iğrenme noktasına vardım, zira görü yeteneği verildi bana. Beni bırak git, dedi Séraphitus, duyduğu acı yüzünden okunarak.
Sonra gidip bir kayanın üzerine oturdu ve başı göğsüne düştü.
Işık ülkesine gitmek için kendime bir yol arkadaşı arıyordum, sana bu çamur parçasını göstermek istedim ve hâlâ ona bağlı olduğunu görüyorum. Elveda! Orada kal, duyularınla haz al, doğanın dediğini yap, solgun erkeklerle sol, kadınlarla kızar, çocuklarla oyna, suçlularla dua et, acılı anlarında gözlerini göğe kaldır; titre, ümit et, çırpın; bir arkadaşın olacak, hâlâ gülüp ağlayabilecek, verip alabileceksin. Ben gökten uzakta, yurdundan kovulmuş bir sürgün gibiyim; yerden uzakta, bir ucube gibi. Kalbim artık çarpmıyor, sadece kendimle ve kendim için yaşıyorum. Ruhumla hissediyor, alnımla nefes alıyor, düşüncemle görüyor, sabırsızlık ve arzulardan ölüyorum. Bu dünyada hiç kimse benim dileklerimi yerine getiremez, sabırsızlığımı yatıştıramaz, ve ben ağlamayı da unuttum. Yapayalnızım. Kaderime boyun eğiyor ve bekliyorum.
O gök yakında bahar çiçeklerini dökecek. Kutuptan bir ışıma yükseldi. Kaçalım, artık zamanı geldi.
(ss. 23-26)