Evet, sevgili dostum. Ailemi aradım. Yarın onların yanına taşınıyorum. Hani yeni bir havadan bahsetmiştim ya, belki de bu aileden başka bir şey değildir. Seslerini duyunca garip bir duyguya kapıldım. Özlemiş miydim? Emin değilim. Ama sanki seslerini tanıyordum. Kaç yıl oldu, kim bilir... Neredeyse bir ailem olduğunu unutmuşum. Fazla dramatize etmeyeceğim. Sadece gideceğim, ve ailemi göreceğim. Bu kadar. Hem bunu huzuru bulmak için yapmıyorum, sadece yeni bir hava. Sıkılacağımı bilsem de en azından onların da beni görmeye hakları var. Ne kadar kalacağımı bilmiyorum. Belki hep orda kalırım, belki yeniden buraya dönerim, ya da başka bir şehre geçiş yaparım. Bu yaştan sonra onlara fazla yük olmak istemem. Bir iş bulabilirsem kendime bir daire kiralarım. Bakacağız artık.
Birkaç saat sonra dışarı çıktım. Gazeteye uğrayıp işten ayrıldığımı bildirdim. Onlar için pek farkı yoktu. Zaten etraf benim gibi beceriksizle doluydu. Olaylar birer birer kafamdan kopup giderken, kendimi yeni bir geleceğe hazırlamak için elimden geleni yapmaya kararlıydım. Neyi düzelteceğimi bilmiyorum, fakat şu alışmış olduğum yaşantım beni sıkmaya başladığı için yeni bir şeyler arıyordum. Yeni bir serüven mi, yeni bir çöküntü mü, yoksa yeni bir sesleniş mi, bilmiyorum. Yıllardır aynı kalıbın içinde çürüyüp gidiyorum. Bu, kendime karşı gelmekten başka nedir? Bu gün bir şeyleri son kez yapmak geçiyor içimden. Ne olduklarını bilmiyorum. Lokantaya uğramalıyım. Evet, son bir kez hatırlamak. Geçmiş günlerin kölesi olmaktan kurtulmam için hatıralarımı yenilemem gerek. O lokantayı hatırladığımda Helen ve Colbert’i değil, bambaşka bir şeyi hatırlamalıyım. Kaybettiğim şeylerin asıl sahibi ben değildim ne de olsa. Artık şu asık suratlı maskeyi bir kenara bırakmak istiyorum. Her şey boktan, biliyorum. Neler elde edeceğimin bir önemi yok. Gitmekte bir fayda gütmüyorum. Hayır, maalesef o kadar romantik değilim. Sadece sıkıldım, o kadar. Bence beni anlıyorsun, kendimi yormama pek de lüzum yok.
Yarım saat sonra lokantanın önündeydim. Dayak yiyip dışarı fırlatıldığım yerde duruyordum. İçimde nedense burayı havaya uçurmak geçiyordu. Sigaramı söndürüp içeri girdim. Uzun zamandır buraya uğramadığımdan dolayı masamın hangi köşede olduğunu unutmuştum. Evet, sağ taraftı galiba. Garsonlar aynı kişiler değildi artık. Bay Aleron hiç değişmemişti. Hâlâ sevecen görünmeye çalışan o ihtiyardı. Beni fark etti.
“Oo, G. Hangi rüzgar seni buraya attı.” diye yanıma yaklaştı. Evet, bu adam beni ayakta tutan şerefsizin babasıydı. Yine eski hâlime döndüğümün bir kez daha farkına vardım. Sorusunu cevaplamadan:
“Bir fincan kahve alabilir miyim?” dedim. Beş saniye önceki neşesi bir balon gibi patlamıştı.
“Tabii” dedi. “Oturabilir miyim?”.
Hâlâ niye benimle ilgilenmekte inat ettiğini anlayamıyordum. Tamam, oğluyla arkadaştım. Oldu bitti işte. Ne bu gereksiz samimiyet? Aklıma bir şey geldi. Çıkışta yapacaktım! Burayı daha kötü hatırlamak için yapmam gerekiyordu. Ama şimdi susmalıydım. Kahve içmek istiyordum. Şimdi yaparsam yine dışarı fırlatırdı beni.
“Oturun ”dedim emrivaki yaparak. Sorduğuna pişman etmiştim. Yine de çizgisini bozmuyordu.
“Nasılsın bakalım? Uzun zamandır ortalıkta yoksun, yeni bir lokanta mı buldun kendine?” diye gereksiz bir espri patlatınca neredeyse kalkıp ağzını yüzünü kıracaktım. Kendimi zor tuttum, sevgili dostum.
“İşlerim vardı” diye kestirip atmak istemiştim. Gel gör ki ihtiyarın çenesi bir türlü durmak bilmiyordu.
“Hâlâ Colbert’le mi çalışıyorsun?”
Sinirlerime engel olmakta ne denli zorlandığımı bilemezsin. Galiba adamın derdi beni iğnelemekti. Bakışlarından bunu anlayabiliyordum. Belki de bana öyle geliyordu.
“Hayır. Uzun zaman önce tiyatrodan ayrıldım. Bana göre değilmiş” dedim.
“Anladım. Colbert de evlendiğinden bu yana işleri biraz duraksamış durumda. Evlendiğinden haberin var mıydı?”
Daha fazla dayanamayacağımı sanıyordum. Kalkıp gidecektim ki garson kahvemi getirdi. Sakinleştim. Garsona teşekkür etmedim.
“Haberim var” dedim. “Tiyatrodaki en güzel kızla evlenmiş. Kız da onun sayesinde yükselişe geçmiş. Söylentiler bu yönde”.
“Yok. Onun sayesinde değil de, onun da katkısı olmuştur elbet. Kızın yeteneğini görsen yardıma ihtiyacı olmadığını sen de anlarsın”. Öyleydi. Hem bir tek sahnede de değil.
“Ne güzel” dedim. “Umarım mutlu olurlar”. Bunları söylerken içimden adamın yüzüne kusmak geçti. Kahvemden bir yudum alıp içimdeki pisliği bastırmaya çalıştım.
“Sen ne zaman evleniyorsun?” diye sırıttı. Sigara yaktım. Sorusunu biraz beklettim.
“Düşünmüyorum” dedim, “henüz erken”. Biraz daha gereksiz şeyler üzerine sohbet ettik. Daha doğrusu, o söyledi, ben dinledim. Bazen kısa cevaplar verdim, bazen de sadece kafamı salladım. Çıkmaya hazırlanırken kafama koyduğum şeyi yapmaya koyuldum.
“Bay Aleron, size bir şey söyleyeceğim”. Meraklı bakışlarla beni süzmeye başladı.
“Siz ne kadar oğlunuzu kusursuz biriymiş gibi tanısanız da, ona karşı düşündüklerimi size söylemeden edemeyeceğim. Colbert şerefsizin tekidir. Bu üniversite zamanında da böyleydi, şimdi de böyle. Ve aslında Helen benim eski sevgilim. Bunları size söylememin sebebi Colbert’in Helen’ı elimden alışı değil. Beni dışarı fırlattığınızı asla unutmadım, fakat sizden şiddet kullanarak intikam almayacağım. Üstüne toz kondurmadığınız oğlunuz hakkında söylediklerim size yetecektir. Şehirden ayrılıyorum, ve bir daha görüşmeyeceğiz. Benim adımdan her ikisine de mutluluklar dilersiniz. Ha, bir de şunu da söyleyin. İkisinden de nefret ediyorum. Teşekkürler”.
Sözlerimi bitirip lokantadan ayrıldım. Bay Aleron söylediklerim karşısında taş kesilmişti. Onun bu suratını hatırlamak her şeye değerdi. Ne yazık ki oğluna ve gelinine söylediğim şeyleri onlara söyleyeceği zaman onların yüzünü göremeyecektim. Fakat suratlarının nasıl bir şekil alacağını tasavvur etmek o kadar da zor değil.
İşte böyle. Artık eve gidip yarın için hazırlanırsam iyi olacak. Karanlık çökmeden eşyalarımı toparlayıp biraz dinlenmeliyim. Plaklarım, kitaplarım, kıyafetlerim... Düşününce bile içim daralıyor. Ne kadar da şey biriktirmişim burada. Hatıraları çöpe fırlatır gibi fırlatıp atacağım. Yeni hayata başlamanın başka yolu yok. İleride hatırlayacağım şeyler benimle sonu olmayan savaşa girmemeli. Ne kötü, ne de iyi olanları saklamalıyım. Sokakların yapısını, lokantalardan saçılan yemek kokularını, kütüphaneleri. Her şeyi unutmalıyım. Taksiye atlayıp eve doğru yola koyuldum. Arabanın tekerleri çukurlara düştükçe kafam camdan sekip yeniden cama yapışıyordu. Boşluktaydım. İçinden çıkamadığım, rahat ve huzurlu bir boşlukta. Aslında, lokantadan ayrılırken bay Aleron’u güzelce pataklamayı da düşünmüştüm. Yani, asıl yapmak istediğimi yapmamıştım, sevgili dostum. Korkmuştum belki de. Son günümü berbat etmek istemedim. Ve aslında bu hareket bana yakışmazdı. Ama yapmamamın sebebi bu değildi. Bir anda gereksiz bulmuştum. Bilemiyorum.
Uzun zamandır bana ait olan bu ev, yarından itibaren başka kiracıların bulunması için asıl sahibine devredilecekti. Annemlerin kaldığı ev değişmiş mi acaba? Çocukken üzerine adımı kazıdığım masayı atmışlar mıdır? Babam yeni kitaplar almış mıdır? Gerçi onun okuduklarını hiçbir zaman beğenmemişimdir. Yine saçma sapan şeyler okuduğuna adım gibi eminim. Annemin dinlediği o gereksiz radyo programları ve başka nice şeyler. Umarım beni bekleyen bunlar değildir. Bu yaşıma kadar hep anormal biri olarak kabul edildim. Toplumun sivri bir kalemle kağıtlara değil de kendi bedenimize, hem de kendi kanımızla yazdığı o kaideleri reddettiğim için bunları hak ediyor muyum? Neden benim gibi yüz binlercesi bir evlat değil de, vahşi topluma sunulmuş birer kukla olmak zorunda? Gereksiz gurur duymalar, gereksiz mutluluklar. İnsan hayatı bu kadar basit bir şey mi? Sana soruyorum, sevgili dostum! Saygın kişi olmanın tek yolu takım elbise mi? Sistem neler yapabildiğimizle değil, ne yaptığımızla ilgilenir. Damarlarımıza salınan zehir başkalarını mutlu ettikçe bizleri mahvediyor! Kimse farkında değil. Kimse ailesini yaptıklarıyla gururlandırmıyor, onların tek bildikleri büyükleri tarafından belirlenen yollarda yürümek. İstem dışı doğuyor, sistem dışı hareket edemiyoruz. Bavulları hazırlarken ihtiyar sokak ressamının çizdiği resmimi buldum. Göz altlarıma işlediği çizgileri yeni yeni fark ediyordum. Aynanın önüne geçtim. Gözlerimi kontrol ettim. Parmaklarımla kırışları açmaya çalıştım. Yüzümü avucuma aldım. Çenem ve alnım dışarıda kalıyordu. Demek ki büyük bir çehreye sahibim. Burnum baya genişmiş. Resme tekrar bakıyorum. Saçlarım geçen yıla nispeten daha çok. Dudaklarımın kenarında ince bir kıvrım bile yok. Sahiden bu kadar neşesiz miyim? Belki de etrafıma saçtığım negatif enerjinin sebebi gülümsemememdir. Aynaya bakıyorum. Dudak kenarlarımı kıvırıyorum. Gözlerim de gülümsüyor. Göz altlarımdaki çizgiler daha da belirginleşiyor. Çirkinleşiyorum. Hemen farkına varıp yine bana yakışan o asık surata geri dönüyorum. Ne farkı. İki surat da bana ait değil. Mutlu olsam da olmasam da bu, ben değilim. Çünkü mutlu ve ya mutsuz olacak kadar bencil olmadığımın farkındayım. Resme biraz daha bakıyorum. Birden yırtmaya başlıyorum. Kağıt parçalarını top hâline getirip çöp kutusuna fırlatıyorum. Kafam daha rahat...
Biraz sonra, tüm eşyalarımı toplayıp bavulları kapının kenarına bıraktım. Yorulmuştum. Bu kadar zor olacağını düşünmemiştim. Şimdi rahatça oturup sigaramı içebilirdim. Göz kapaklarımdaki ağırlığı parmaklarımla ovarak dağıtmaya çalıştım. Uykum vardı, fakat uyuyasım pek yoktu. Babamı aradım. Yarın erkenden yola koyulacağımı söyledim. Beni karşılamaya gelecekmiş. Ne güzel. Ya, güzel. Hem de nasıl. Bavulları tek başına taşımak zorunda kalmayacağım. Son bir bardak şarap koyuyorum kadehe. Bir şeylere içiyorum, neye olursa olsun. Dalgınım. Bulutlu gökyüzünde bir parça bulutun ardından boylanan ayı seyrediyorum. Bir şeylerde iyi bir yan aramaktan bıktım artık. Olduğu gibi kabullenmek bu kadar zor olmamalı. Senin benim gibi binlerce insan var. Herkes birbirini düşünebilir, birbirileri için üzülebilir. Ama üzülmek neye yarıyor? Gereksiz bir çaba. Saatlerce konuşabilirim kendimin ve başkalarının kederleri hakkında. Ama konuşan yalnızca bensem, ve kulaklarım benden başkasının sesini duymuyorsa, kısacası, bir boka yaramıyorsa konuşmalarım bunun övünülecek bir yanı kalır mı? Tamam, hadi birileri sevilmiyor diye, birileri ölüyor diye, birileri gecesini gündüzüne katıp çalışıyor diye üzülelim. Ağız göz eğelim. Beş dakika sonra unutmuyor muyuz? Kimi kandırıyoruz, bunlara inanan kendimizden başkası değildir. Vicdanımızı taze saklamak için göz yaşı akıtıyor, “ah be, çok üzüldüm ”gibilerinden palavralar fırlatıyoruz. Kendimizden başkasını düşündüğümüz yok! Yaratılışımıza karşı gelemeyiz. Buyuz, ve nihayetinde bu olarak da öleceğiz. Donmuş bakışlarımız, taşlaşmış yüreklerimiz buna bir delildir. İstemeden yapıyor, ve bunu “ahlaksızlık” diye adlandırıyoruz. Şeref, onur, namus şövalyelikleri... Seçim kendimizindir, ve gerekli olanı seçerek hayatta kalıyoruz. Başım ağrıyor, sevgili dostum. İçimdeki o şeyi bastıramıyorum. Ne kadar çabalarsam bir o kadar büyümesine neden oluyorum. Yaşama karşı sergilediğim tavırlar birer tokat gibi dönüp yüzüme çarpıyor. Ben ondan tiksindikçe o da benden iğreniyor. Bence adil. Hem ben ondan nefret etmiyorum, sadece tiksiniyorum. Hayatı sevmek ya da ondan nefret etmek çok gereksiz ifadelerdir. Herkesin yaptığı bir şeyi niye sevesin ki? Ya da herkesin sözde yaşama hakkına sahip olduğu bir yerden niye nefret edesin? Daha derine inelim. Yaşam(insanlar için) kavramak ve nefes almak demektir. Kavrayış neşeyi ve acıyı beraberinde getirdiğine göre her iki olasılık da mutlaka yaşanacak demektir. Dereceleri farklı olsa bile üzülmek ya da sevinmek insanların çoğuna bahşedilmiş bir armağandır. Demek ki her iki durum da sıradandır. Ve her ikisi de olması gerektiği için olur. Tüm mesele olayları şahsi algılamamakta. ‘Ah ben böyle dertliyim’, ‘ah ne kadar sevindiğimi bilemezsin’ gibi ifadelerden nefret ediyorum. Belki de bu sözlerimden yanlış bir neticeye gelebilirsin, ama muhtemelen ne düşünüyorsan onu ima ediyorumdur. Sevmeye karşı değilim, ama bu çok doğal bir şey. Yani bir insan sevdiği için şiir yazmaz, yazabildiği için yazar. Yazarken hissettiği acılar ve neşeler doğal dünyanın mahsulleridir. Şiirin kendisi sadece bir kurgudur, o kadar. Belki de düştüğümüz durum fazla abarttığımız yüzündendir. Acı çekmeyi fazla şişiriyoruz. Hâlbuki, tecrübelerimizden yola çıkarak iyinin de kötünün de, acının da neşenin de bir sonu olduğunu kabullenirsek, zamanı geldiğinde bu duygular içimizde yarandığında dudaklarımızda hafif bir sırıtma yaranır, ve pek de ciddiye almayız. Kim ne derse desin, acı güzeldir. Ama o da sıradandır. Doğru olanı yapmak, yaptığın şeyin doğru olduğuna inanmaktır. Çünkü mutlak doğrunun ne olduğunu kimse söyleyemez. Bulunduğumuz anlar ve durumlar farklı olduğu için iyilik ve kötülük de anlamını yitirir. Birine yardım ettiğinde sadece o kişiyi düşünürsün. Yaptığın yardımın başkaları için nasıl sonuçlar doğuracağını düşünmezsin. Bu yüzden de gereksizdir gösterişler, vicdan yaptırma çabaları ve kötü sonuçlar. Kafam şiştikçe şişiyor, sevgili dostum. Varlığımın gerçek gibi durmasına dayanamıyorum. Oysa o kadar eminim ki günün birinde olmamışım gibi unutulacağıma. Yaşamın bana ait olan alanından kenara çıkamıyorum. Buraya hapsedildim. Bana verilen bu, bu yüzden de bir masa olmanın ne demek olduğunu asla bilemeyeceğim. Sana saçmalık gibi gelebilir, fakat cansız olarak var olmanın tadını bilmek isterdim. Varım, ama yaşamıyorum. Şöyle düşün mesela; ölürken hiç var olmamış gibi mi hissedeceğiz, yoksa bir masa gibi mi? Ne demek canım, tabii ki de farklı şeyler bunlar. Ölünce yok oluyorsun. Cesedin kalıyor ama, o da çürüyüp gidiyor işte. Ama bir masa cesetten daha fazla kalır dünyada. Belki de bize engel olan tek şey ilkelerdir. Devirmekten korktuğumuz kanunlar. Kaideler ruhumuza işlemiş, farkında değiliz. Bazen hep savunduğum özgür iradenin bile bir saçmalık olduğunu düşünüyorum. Kaderin varlığı Tanrının varlığı gibidir. Olmadığına eminsindir, fakat zamanın büyüsüne kapılıp onu yaşamdan ayrı düşünemezsin. Kafan şiştikçe yer açılır, daha fazla doldurmaya çalışırsın. Bunu yaptıkça da ağırlığa karşı koyamaz, kafanı yerinden koparmak istersin.
Şu gecenin sıradanlığına bak, dostum. En büyük güzellik budur. Gece değil, sıradanlık. Sanki hiçbir şeyi düşünmek zorunda değilmişsin gibi hissedersin. Sanki yarın yokmuşçasına dalarsın derinliklere. Tatlı rüyalardır böyle şeyler. Şiir yazdıran şeylerdir. Saçmalıktır. Güzeldir. Böyle zamanlarda kimin kime kazık attığını, şehvetin nice aşıkları mahvettiğini, vicdanın sızıltılarını bile unutursun. Belki de masa olmak tam da böyle bir şeydir. Sessizce hiçliği beklemek. Masayla insan arasındaki farklardan biri de budur. İnsan varlıkta yaşar ve hiçliğe kavuşur. Masa yoklukta var olur, hiçliğe gider. Neyse, bu konuya dönmeyelim. Sana bir soru soracağım. Gerçek misin? Benim gerçekliğinle senin gerçekliğin aynı mı? Mesela ben kendime dokununca sen beni göremiyorsun. Ben de seni göremiyorum. Kim bilir, anlattıklarım belki de umurunda bile değil. Belki sen de kendi hayatına odaklanmışsın, ve ben senin için sadece bir muhabbet arkadaşıyım. Lanet olsun, galiba deliriyorum! Evet, deliriyorum. İçki de bitmiş, kahretsin! Rahatlamam gerek. Ne yapmalıyım? Ne yapabilirim? Bir insan nasıl rahatlar? Niye rahatlar? Niye alışık değildir çoğu şeye? En kötüsü de, bunlara dayanabiliyor olmam. Dayanamasaydım intihar eder kurtulurdum. Fakat bunla yaşayabiliyorum, en kötüsü de bu. Lütfen çık artık kafamın içinden. Yalvarıyorum sana. Kendi hayatın yok mu senin? Bırak da yalnız kalayım. Anlatacak birileri olmazsa belki ben de unuturum. Niye gitmiyorsun? Hâlâ oradasın, hissedebiliyorum. Acınası varlığımla baş başa bırak beni! Bırak leş kokulu çöplükler gibi yalnız kalayım. İğrensinler benden! Herkes uzak dursun! İnsana ihtiyaç duymayayım daha! İmkansız, değil mi? Biliyorum...