III

Ponts Couverst Bridge’dan ayrıldığımda insanlar yavaş yavaş doluşmaya başlamışlardı. Sanki köprüye gelmek için benim oradan uzaklaşmamı bekliyorlardı. Yoldan bir taksi çevirdim. Hayır, Le Tarbouche’ye gitmeyeceğim. “Alman konsolosluğunun yanına lütfen, oradan inip kendim giderim” dedim. Acaba Helen şimdi ne yapıyordur? Belki de sevgilisiyle tatile çıkmıştır. Hava pek sıcak, denize gitmek için uygun bir mevsim. Gitsinler. Hayatın tüm zevkleri onların. Belki de asıl önemli olan şeyin zevk olmadığını anlarlar. Kaçınılmaz son geldiğinde onları görmek isterdim. Nasıl da şaşırmış gibi yaptıklarını ya da sanki böyle bir şeyin olmasına ikisinin de gönlü yokmuş gibi davranmalarını fakat böyle olması gerektiğini birbirilerinin gözlerinin içine bakarak sanki pişmanlarmışçasına söylemelerini. Acınası bir durum. İnsan nasıl böyle yaşar? Böyle rahatlıkla konuşuyorum, çünkü ben hiçbir zaman öyle bir şey yapmadım. Yani, gereksiz yalanlarla insanları yormaya kalmadım. Helen’dan ayrılmak istediğimde, bunu ona direkt söylemiştim. Ne onun kafasını ne de kendi kafamı yormuştum. Acaba Helen yeni sevgilisinden ayrıldığında benim yaptığım gibi yapar mı? Bence öyle yapacak, çünkü beni kendine çeken özelliklerinden biri de bu umursamayışıydı. Beni kırmasına, bana doğruları söylemesine hiç alınmazdım. O da alınmazdı, bizi biz yapan da buydu zaten. İyi günlerdi. Hatta daha doğrusu, bir daha yaşanması olanaksız günler. Yaşadım ya, bu da yeter. Fazlasını istememeli insan, ama bu imkansız. İnsan sevdiği bir tadı durmadan algılarsa bir yerden sonra elbet bıkar. Ama o tadı unutunca ya da o tadı özleyince yine ondan bıkmak için elinden gelen her şeyi yapar. Helen'ı belki de bu yüzden istemiyorum artık. Sonunu bildiğim bir mücadele, zaman kaybından başka bir şey olmaz. Ama bu maceraya koyulmadan önce, içindeki gereksiz ama bir o kadar da karşı konulmaz olan isteği bastırman gerek. İnsan beni, çılgınca bir maceraya her zaman hazırdır. Yeter ki içgüdüleri düşünme becerilerini görmezden gelsin. Geldik. Ücreti ödeyip arabadan indim. Dişimdeki sızı yükselmeye başlamıştı. Akşama doğru daha da kötüleşecekti, bundan emindim. Merhametli bir tanrı diş ağrısı gibi büyük bir acıyı neden yaratsın ki? Bunun nasıl bir acı olduğunu biliyor mudur acaba? Nereden bilecek, onun dişleri yok ki. Hayır, böyle bir acıya hiçbir tanrı yol vermez! Eve girmeden eczaneye uğrayıp iki ampul ağrı kesici aldım. İğneleri neredeyse unutacaktım. Eve varır varmaz enjeksiyon yapmak için tüm hazırlıkları yaptım. Pantolonumu aşağı çektim, bacağımın üst kısmına yapacaktım. Tıbbi bir bilgim yoktu fakat bu, her türlü riski insana aldırabilecek bir acı olduğu için bunu denemiş ve başarılı olduğumu görünce de ağrıyı dindirmek için en uygun yolun bu olduğuna karar vermiştim. Bu, herhangi bir doktor reçetesiyle geçecek ağrılardan değildi çünkü reçetelere bayağı para harcamış ve etkisiz olduğunu görmüştüm. Yarın tekrar doktora giderim. Şimdi iğneyi yapmalıyım. İltihabın yarattığı sızı şakaklarıma kadar zonkluyor. 



İğneyi yaptım. On dakika kadar uzanıp dinlendim. Kusmak istiyorum. Hiçbir şeye tahammülüm kalmadı artık. İntihar edenlerin yüzde doksanı böyle bir ruh hâline sahiplerken bu karara varıyorlar. Öyle bir şey yapmamak için kendime söz verdim. Acı çekmek güzel değil tabii fakat ne kadar mantıksız olsa da yaşamak gerek. Bunu sen de anlıyorsundur aziz dostum. Yaşamak, en azından diş ağrısının geçtiği ve ardından gelen o rahatlama için yaşamak gerekli. O anı defalarca yaşamak... Neyse, zırvalıyorum yine. Eminim ki yarım saat sonra -hatta belki de daha çabuk- bunun aksini iddia edeceğim. O yüzden hayata, onu umursamadan fakat kararlarına da saygı göstererek devam etmeliyiz. Hatta buna mecburuz. Kim çekip alabilir bu durumdan insanoğlunu? Hayır, bu, yazgıyı yaşamak değil; seçimlerinle kendi yazdığın yazgıyı yaşamaktır. Ve önceden ne olacağını, olayların nasıl gelişeceğini tahmin edemediğimiz için aslında sıradan bir yazgıdan farkı kalmıyor bunun. 

Biramı içemeyeceğim sanırım. Dişimin sızısı yeni yeni dinginleştiği için gereksiz bir riske girişmek istemem. Ne kadar küstahız. Bir yanımız ağrırken dünyaları devirecek öfkeye sahipken, sakinleşince kabuğuna çekilmiş kaplumbağa yavrusuna dönüyoruz. İnsan hangi konuda başarılı ve farkındalık sahibidir? Yani farkındalığını hangi konuda daha uzun sürdürebilir? Gereksiz aşk oyunlarında kuşkusuz hepimizin birer yarası vardır. Fakat bunun diğer yanlarımızı köreltmesi mi gerek? Diş ağrısını anlayabiliriz, peki aşık insan neden başka bir şey düşünmez? Neden tüm yıkıntıları kendisinin yaşadığını ve başka birinin bu tür acıya dayanamayacağını düşünür. Diş ağrısına bile dayanılır, yani gereksiz romantizme gerek yoktur. İnsan ölüme varana dek tüm acılara dayanır. Bunu, insani yanlarımızı hiçe saymamız için söylemiyorum fakat çok da abartmamak gerek, aksi taktirde bizlerden daha çok yananlara ve susmayı tercih edenlere haksızlık etmiş oluruz. Gel gör ki insanın özünde bencillik yatar ve aslında insan, inkar ettiği çoğu şeyin ilk kurbanıdır. O yüzden ben de fazla kalıplaştırmaya girmeden bu konuyu burada keseceğim. Acaba ben nasıl biriyim? Acaba benden bir tane daha olsaydı onunla bu evde yaşayabilir miydim? Eksik yanlarımı hiç düşünmemişimdir çünkü bir sürü olduğunu zaten biliyorum. Eksik yanları gün yüzüne çıkarma çabası, onları düzeltmek için gösterilir. Ama bazı eksik yanlar vardır ki insanın her zaman kendi bilincinde, kalbinde ya da tininde barındırması gerektir. Mesela mustarip bir beden eşsiz bir bilince sahip olur, farkındalık oranı daha yüksektir. Ama tabii ki bunun için bedeller ödemiştir. İsteyerek veyahut istemeyerek. Moliér’in Mösyö Jourdain’i olmaktansa Perec’in Un Homme Qui Dort’u olmayı yeğlerim. İmrenmeden ve gereksiz saçmalıklarla zamanımı kaybetmeden. Sana göre ikisi de zaman kaybı olabilir. Bana göre de öyle fakat bazen bir şey yapmamak, sadece uyumak; göze girme çabasından katbekat daha yeğ bir davranıştır. İstediğini düşünebilir, mantıklı cümleler kurarak bana durumu anlamam için yardımcı olmaya çalışabilirsin ama inan ki bir şey değişmeyecek. Sana kafa sallarım ama bu sana katıldığım anlamına gelmez, sadece başımdan atmak istiyorumdur ve bunu kendimce, kalbini kırmadan yapmaya özen gösteriyorumdur. O yüzden de birbirimize bir şeyler diretmeyelim. Biz bir şirket yahut bir parti değiliz, beynimiz var ve bunun farkına varmalıyız. Düşünüp duruyorum. Önemli şeylerin farkında olmam güzel, güzel de, ama niçin güzel? Diyelim ki sokak köpeklerine acıyorum ya da evsiz insanlar için durmadan üzülüyorum. Fakat bunun onlara ne yararı var? Onlar için daha önemli şeyler yapmak isterdim. Evet, bunu istemem güzel, ama hangi birine? Birine yardım etsem diğerine haksızlık etmiş olacağım. Yorma kendini! Dağıt kafanı! Düşünme! Bunlar senin suçun değil! Uykum var. Tatlı bir ağırlık çöküyor göz kapaklarıma. Dünya kararıyor, kararıyor ve...



“Helen! Nereye gidiyorsun? Dur! Öpme onu, hayır!” 

Kabusmuş. Saate baktım, bir saattir uyuyorum. Bu hiç iyi olmadı. Gece uyku tutmayacak. Ağrı kesicinin etkisi geçerse beni dayanılmaz bir ağrı bekliyor demektir. Neyse ki bir ampul daha var. Fazla kullanmak da istemiyorum gerçi, yan etkileri bayağı fazla. Ama ne yapalım, intihar etmekten iyidir gene de. Masanın üzerine bıraktığım resmi tekrar açıyorum, kendimi seyrediyorum. Bu adam... Bu adam ne işe yarıyor? Yaşamda bir amacı olmayan, bir hayvan gibi sadece ölümünü bekleyen biri. Tanrısız dünyanın kurbanı. Seslenişi hep yardım amaçlı sayılan, bunun bir varoluşa bürünme çabası olduğunu bir tek kendisi bilen bir şahıs. Ey öz, sana sesleniyorum, sar bütün benliğimi! Beni bu resimle baş başa bırakma! Ey kutsal ruh, ey Tanrı, mevcut değilsen bile duymaya çalış seslenişimi! Deminki rüya. Hayır unutmalıyım! Tatlı bir rüyanın yarattığı ezgilerin acısını; sadece kulaklarıyla değil, yürekleriyle duymaya çalışanlar hisseder. Bu rüya tatlı değildi, korkunçtu! O adamın yerine ben olsaydım o dudakların hakkını layığınca verirdim. Bırak artık onu düşünmeyi! Evet, düşünmeyeceğim. Sana verdiğim sözü tutacağım, yemin ederim! Başka şeylerden konuşalım. Sustum. Konuşmanın bir anlamı yoktu. Bıkmıştım. Aniden gelen, en uygunsuz zamanlarda bile eksikliğini hissettirmeyen sesleniş ihtiyacından bıkmıştım artık. Hem kime seslenecektim? Hem neden yapacaktım bunu? Bir düş kırıklığının yerini hangi tanrısal ses doldurabilir? Resmi tekrar büküp masaya fırlatıyorum. Duvarlara bakıyorum. Mutfağa gidip buzdolabını açıyorum. Tekrar kapıyorum. Aslında yalnızım, kendini varmış gibi göstermeye çalışma. Duyamıyorsun beni. Duyamazsın! Duyulmak istesem balkona çıkıp tüm gücümle bağırırdım. Bir şeylerin eksikliği bu, fakat ne? Adı ne? Görünürde nasıl? Nasıl bir tadı var? Gülmeye başlıyorum. Boğazım yırtılana dek gülüyorum. Ellerimle ağzımı kapıyorum. Komşuların dırdırını çekmek istemem. Alt kattaki yaşlı teyze gelirse yine bir bahane bulup beni evine götürür ve bana bir şeyleri tamir ettirir. Çoğu kez tamir etmiş gibi yapıyorum aslında. Çünkü onun derdi bir şeylerin bozulmuş olması değil, sohbet edecek kimsesinin olmaması. Bu durumdan pek de hoşnut değilim, bu yüzden sesimi kıssam benim için daha iyi olacak. Belki de Tiksinme diye bir roman yazmalıyım. Böyle olmamın nedenlerini ve mantıklı açıklamalarını yaparım. Böylece insanlar öldüğüm zaman arkamdan atıp tutmazlar. Atıp tutsalar da pek umurumda olmaz. Fakat en azından atıp tuttukları zaman benim kendimi savunmam için bir vasıtam olur. Yani, ölümümün ardından vekilliğimi yapabilecek bir şeyler. Balkona doğru adımlıyorum. Hava yavaş yavaş kararıyor. Ren Nehri tüm çıplaklığıyla, tüm varoluşuyla karşımda duruyor. Sigara yakıyorum. Üstüme bir şeyler alıyorum. Korktuğum tek şey, işkencesinden kurtulduğum diş ağrısının yeniden başlaması. Neyse ki artık ağrı tamamen geçmiş durumda. Fakat bunun değerini anlamalıyım. O yüzden de fermuarı sonuna kadar çekiyorum. Ne dersin, kendimi bıraksam mı aşağı? Saçmalama, o kadar zayıf değilim. Eğer zihninde benim hakkımda böyle bir öngörü edinmişsen -yani beni bunu yapabilecek potansiyelde görüyorsan- düşüncelerini hemen değişmeni senden rica edeceğim. Aynı konu hakkında yine çene yormak istemiyorum. O yüzden boş ver, geçelim. Kuşkusuz ki sevdiğim bir şeyler var bu hayatta. Yaşamak mı ölüm hakkında düşünmek mi, orasını ben de bilmiyorum. Ama seviyorum işte, belki her ikisini de. Değersiz şeylere gönül bağladığım yetti. Bana ne zararı ne de yararı dokunacak şeyler sevdiklerim. Mesela ailem. Bana kötü bir şey yapmadılar. Nankörlük gibi görünse de bunu ben yaşadığım için ben biliyorum ki yararları da olmadı. Sokaktan bir kadın geçiyor. Onu Helen’a benzetiyorum. Kusura bakma, ben sadece... Neyse ne işte, boş ver gitsin. Evet, nerede kalmıştık? Ben sadece yeni bir şe... Aman Tanrıʼm! Bu o! Nasıl, nasıl olabilir bu? Ne işi var burada? Ağlıyor. İç çekiyor. Ne yapmalıyım? Hayır, gitmemeliyim! Ama yardıma ihtiyacı var! Hayır, geçen gün senin de vardı! Dudağından kan içtiğinde yanına geldi mi? Hayır! Fakat... Ben... Olamaz, gidiyorum!