İnsan sancılar yaşadığı zamanları özleyebilir mi? Sıradan biri özlemez ama onun özlemesi gerekti. Fakat o, bunun yerine yarın için heyecanlanmaya başlamıştı. Hâlbuki yapacağı tek şey sıradan bir provaya katılmaktı. Geçmiş günleri mi özlüyordu? Yoksa, uzun zamandır arası bozuk olduğu arkadaşını tekrar göreceği için sevinçli miydi? Yüreğinde bir sancı hissetti. Güzel bir şey olunca hep böyle olurdu. Bunun hemen biteceğini düşünmekten alıkoyamazdı kendini. Belki de o, hâlâ aynı G.’ydi. Belki de biz doğru bakmayı bilmiyoruz.
Yarın erkenden yola koyuldu. Evden çıkarken bir şeyler atıştırmayı unutmuştu. Parası bitmiş olduğu için lokantaya uğrayıp atıştırmak için bir şeyler alamazdı. Uzun bir yolu yürümek zorunda kalmıştı. Sigara paketinden son sigarayı da alıp yaktı. Paketi çöp kutusu bulana kadar elinde taşıdı. Tiyatro binasına vardığında Colbert’i dışarıda sigara içerken gördü.
“Nasılsın değerli dostum?” diye atıldı Colbert. G.ye sigara uzattı.
“Yeni içtim, almayacağım.” dedi. G. kapıya doğru giderken. Colbert onu durdurdu. Belli ki söylemek istediği bir şey vardı.
“G., umarım beni yanlış anlamazsın,” dedi ve ceketinin cebinden bir zarf çıkarıp ona uzattı.
“Maaşını şimdiden vermenin senin için daha iyi olacağını düşündüm, yanlış ettiysem kusuruma bakma lütfen.”. Gözleriyle Colbert’i süzüp biraz düşündükten sonra,
“Yo, hayır. İyi düşünmüşsün. Zaten sana söyleyecektim. Benden önce davranman çok hoş bir hareket, teşekkür ederim.” diye minnetle elinden tutarak düşüncelerini söyledi.
“Ne zaman sıkışırsan buradayım. Bu zarfı sana patronun olarak değil, yakın bir arkadaşın olarak veriyorum, bunu unutma. Hadi içeri geçelim.”
Prova salonuna doğru yöneldiler. Gülerek içeri dahil oldular. Bu şakalar ve gülmeler eski arkadaşlıklarını yeniden canlandıran en önemli vasıtaydı. Oyunda üçüncü kişi rolünü oynayan Matheus onları girişte karşıladı.
“G., tanışmanızı istiyorum. Oyundaki rakibin, Matheus. Matheus, bu G., aynı şekilde o da senin rakibin.”
“Memnun oldum.” dedi Matheus gülümseyerek. Sonra, ortamı neşelendirmek için,
“İşim zor. Başrolün bu kadar yakışıklı olması işimi zora sokar.” dedi. Gülüştüler. Hatta Colbert bu espriyi baya sevmiş olmalı ki on saniye boyunca kahkaha attı.
“Alem adamsın Math,” dedi ve elini onun omzuna dayayarak soluklandı.
“E, diğer çocuklar nerde?”
Matheus etrafına bakınarak –sanki ararsa onları bulabilecekmiş gibi– aramaya koyuldu.
“Birazdan gelirler herhâlde,” dedi. “ Hah, işte Helen da geldi."
Kapı açıldığında G. ne yapacağını bilemedi. Kendini gerçek oyunun, yani hayatın içindeymiş gibi hissetti. Öyleydi zaten, fakat bu, gerçek hayattan çok bir trajedi oyununu andırıyordu. Colbert,
“Helen, nasılsın yavrum benim?” diye ellerini iki yana açarak Helen’ı karşılamaya gitti. G. öylece donakalmış, sanki birilerinin onu silkip bu rüyadan uyandırmasını bekliyordu. Gözlerini ondan alamıyordu. Helen onu fark ettiğinde,
“G., ne işin var burada?” diye koşar adımlarla yanına yaklaştı. Sayıklamaya başladı.
“Be.. b.. ben oyun için..”
Colbert sözünü keserek,
“Tanışıyor musunuz? Ne tesadüf! İki başrolün birbirini tanıyor oluşu işimize gelecektir.” diye atılarak bir iş insanı edasıyla aralarına girdi.
“E, söyleyin bakalım, nerden tanışıyorsunuz?” Colbert’in olayları bilmeden böyle içten konuşuyor oluşu iki tarafı da sinir etmişti. Fakat bunu belli etmemeli, ikisinden biri konuşmaya başlayıp herhangi bir yalanla onu iki taraf arasındaki meseleden uzak tutmaya çalışmalıydı. Bunu Helen yaptı.
“Şey, arkadaşım. Pek öyle tanıyorum diyemem zaten. Arkadaşlığımız henüz yeni başladı”. G. meseleyi çabucak kavrayıp,
“Öyle. Aynen anlattığı gibi.” diye atıldı. Heyecanı neredeyse onu ele verecekti. Neyse ki Colbert meselenin üstünde fazla durmadı ve,
“İki kişi kaldı. Angeline ve Raynell gelir gelmez başlayalım. Fazla zaman kaybetmemek gerek. Zaman kısıtlıdır, emebildiğimiz kadar kanını emmeliyiz.” dedi. “Güzel aforizma,” diye yüksek sesle düşündü, “belki bunu da oyuna ekleriz."
Öylece Helen’a bakıyordu. Sonra, karışık düşünceler içinde sahneye doğru adımladılar. Colbert replikleri her birine dağıttı. Sonra koltuğuna geçip gerçek bir yönetmen edasıyla:
“Başlayalım mı?” diye sordu. Cevap beklediği yoktu. Oyunda G., sevdiği Fransız kadını için Rus çarlığından kaçmış olan bir askeri oynuyordu. Bu asker, hem de ünlü bir şairdi. Helen’ın oyundaki kardeşi Raynell ise, Fransız astsubayını oynuyor, ve G. ile Helen’ın aralarını vurmaya, G.’yi kendi ülkesine idam olunması için teslim etmeye çalışıyordu. Matheus ise G.’nin rakibi, ve Raynell’in kardeşini, yani Helen’ı vermeye çalıştığı Fransız askeriydi. Oyun bir hafta sonra sergileneceği için her gün durmadan çalışmayı karara aldılar. Yani, Colbert böyle yapılmasını uygun gördü.
Koskoca bir hafta. Helen’la birlikte olacak, oyun sayesinde ona daha yakın olabilecekti. Fakat unuttuğu bir şey vardı. Helen’ın sevgilisinden tam anlamıyla ayrılıp ayrılmadığını bilmiyordu. Bu yüzden de hareketlerini buna göre belirlemeliydi. Kim bilir, belki birazdan adam çıkagelecek ve Helen’ın oyunculuğunu seyrederek ona gülümseyecekti.
“Hayır, böyle olmaz! Çıkışta her şeyi soracağım!” diye düşündü. Buraya nasıl geldiğini, neden oyuncu olmaya çalıştığını ve ayrılıp ayrılmadığını. Aslında, ilk sorunun cevabını kendisi de biliyordu. Helen’ın hep hayali olmuştu bu. Onunla birlikteyken hep oyuncu olmaktan bahseder dururdu. Bunda şaşılacak bir şey yoktu yani. Asıl sormak istediği şey, o lanet herifle barışıp barışmadığıydı.
“G., hey, dostum, senin sıran, repliğini söyle.” diye yavaşça fısıldayan Colbert, onu daldığı hayalden uyandırmaya çalıştı. G. atıldı.
“Şey.. şe” diye sayıkladı. “Bu şanlı bir şölen havası uyandıran gecenin huzurunda, tüm ilahiler adına yemin ederim ki, senden vazgeçmeyeceğim." Bunları söylerken gözlerindeki parıltı neredeyse gözyaşlarına dönüşecekti. Gözlerinde acı bir yalvarma okunuyordu. Colbert tarafından bu, ‘profesyonel bir oyunculuğun ürünü’ olarak kabul ediliyordu, fakat Helen, asıl meseleyi anlamıştı. G.'nin yaptığı şey oyunculuk değil, aksine, gerçek hayatın ta kendisiydi. İlk provada G. hariç herkes biraz zayıf performans göstermişti. Bu da G.’nin içtenliğini ortaya koyuyordu. İlk prova zayıf kalmıştı fakat bu derecelendirme son prova da göz önünde bulundurularak yapıldığı için olabilecek en güzel ilk prova olmuştu aslında. Colbert,
“Bravo!” diyerek sandalyesinden kalktı. “Sizinle çalıştığım için hiç pişman olmayacağım. Biraz daha sıkı çalışırsak elimizdeki ürünün en güzel hâlini ortaya çıkaracağımızdan eminim."
Helen sahneden inerken,
“Beş dakika sigara molası verebilir miyiz?” diye sordu. Bu ses tonu ve isteme şekli herhangi birisine istediği herhangi bir şeyi yaptırabilirdi.
“Tabii ki,” dedi Colbert. Fakat o, 'herhangi birisi' olmadığı için ciddiyetini de ortaya koyabildi.
“Ama çabuk olursanız sevinirim."
Helen G.’nin yanından geçip dışarı çıkarken,
“Çabuk olursak sevinecekmiş!” diye mırıldandı. Belki de bu ‘başkaldırı’ hâlâ G.’ye benzediğini göstermek içindi. Belki de bununla ona eşlik edilmesini istiyordu. Sıradan bir erkek olsa bu mesajı hiçbir zaman anlayamazdı. Fakat G., bu konuda tecrübeli olduğu için hemen Helen’ın arkasına takılarak onunla beraber dışarı çıktı. Elini cebine götürdü. Sigarasının bittiğini unutmuştu. Hayıflandı. Helen’ın teklifini bekledi. Teklif gecikmedi. Elindeki titremeyi zar zor dinginleştirip pakete uzandı. Sigarayı alıp dudaklarının arasına koydu. Kendi çakmağını çıkarıp sigarasını yaktı. Belki bu da bir mesajdı. Tabii bizimle konuşmadan G.’nin kafasından tam olarak nelerin geçtiğini anlayamayız.
“Oyunculuğun gayet güzeldi, G.” diye söze başlayan Helen’ın ses tonundan ima ettiği şeyin aslında başka bir şey olduğu anlaşılıyordu. G. gülümsedi.
“Çekinme Helen,” dedi, “ima ettiğin şeyi anlayabiliyorum."
“Öyle mi? Yani hâlâ o kadar zeki misin? Tabii, sana da bu yakışırdı. İnsan kendisi için belirlediği yoldan sapmamalı. Bunu ne anlamda söylediğimi anlayacağını kestirebildiğim için, örnek olması gerek bir kişiliğe sahip olduğunu bildirmek istiyorum. Zaten bunu ilk defa söylemiyorum." Helen’ın yüzüne bile bakmıyordu. Aslında ondaki en garip huylardan biri de sevdiği kişilere özensiz yaklaşmasıydı. Sigarasından bir yudum alarak,
“Ben kendime yol filan belirlemedim. Dalga geçme lütfen. Bunun bir yol olmadığını benden daha iyi biliyorsundur. O yüzden de kendimi açıklamaya gerek duymayacağım."
“Kusura bakma. E, ne yapıyorsun bakalım?”
“Aynı, ne olsun. Aslında... “
Colbert dışarıya kadar gelip,
“Gelmiyor musunuz?” diye sordu.
“Çıkışta bana eşlik eder misin?” diye sordu G. Helen ne söyleyeceğini bilemedi. Bu teklif aniden gelmişti.
“Şey... tabii” dedi. “Hadi içeri geçelim."
Bu mevzudan uzaklaşmak istercesine içeri doğru seri adımlarla adımladı.
Sahnede herkes onları bekliyordu. Matheus,
“Sahnede birlikte olduğunuz yetmiyor mu kumrular?” diye gereksiz bir şaka yaptı. Kimse gülmedi. Colbert,
“Math, lütfen!” diye onu uyardı. Matheus’un yüzü esprisinin yanlış anlaşılması yüzünden bembeyaz oldu.
“Kusura bakmayın, yanlış anladınız.” dedi. Bu gereksiz şaka hemen unutuldu. Sahnedeki yerler alındı. Colbert sandalyesine geçti.
“Devam edelim.” dedi.
Provalar akşamüstüne kadar devam etti. Herkes elinden gelenin en iyisini sergilediği ve zamanın bu kadar bol olmasından dolayı bu oyun üç dört gün içinde ulaşabileceği en iyi noktaya ulaşacak gibi görünüyordu. Üzerlerinde öyle bir yorgunluk vardı ki, hepsi buradan direkt eve gidecek ve kendini kanepeye bırakacak gibi duruyordu. Helen da pek yorulmuşa benziyordu. Fakat G. için gün sanki yeni başlıyordu. Tiyatro binasının çıkışında vedalaşıp evlerine doğru yola koyuldular. G. Helen’a seslenip,
“Bana eşlik edecek misin?” dedi. Helen birkaç saniye düşünereksanki yüzünde yorgunluğunu bahane etme isteği varmış gibi dudaklarını kıvırdı. Kim bilir, belki de bu istediği asıl şeyi saklamak için sarf edilen bir çabaydı.
“Evet,” dedi, “olur." G. gülümsedi. Sevincini pek belli etmek istemiyordu. Arkadan dolanıp ana yola çıktılar. Cebindeki zarfı kontrol etti. Yerindeydi. Parayı Helen’ın yanında çıkarıp sayamaz ya da cebine koyamazdı. Bu yüzden de onu kahve içmeye davet etmek mantıklı bir hareket olmazdı. Belki lokantada lavaboya uğrayıp zarfı boşaltabilirdi ama biraz düşününce bunu kendisinin de istemediğini anladı. En iyisi sohbeti fazla uzatmamak ve öğrenmek istediği asıl şeyi öğrendikten sonra ondan uzaklaşmaktı. Başarabilecek miydi? Göreceğiz.
“Taksiye binmek ister misin? Yorgun görünüyorsun, hadi yoldan bir taksi çevireyim." G.’nin bu teklifi karşı konulacak gibi değildi fakat Helen taksiye binerlerse G.’nin sormak istediği şeyi sormayacağını bildiği için bu teklifi reddetti.
“Yo, yorgun değilim. Ne güzel işte, geziyoruz." G.’nin konuya girmesini bekledi. Omzu aniden onun dirsekten yukarı olan kısmına deyince, içgüdüsel olarak bundan hoşlansa da kendini biraz yana kaydırmak gereksinimi duydu.
“Benimle gezmekten hoşnut musun yani?” diye sordu G.
“Yo, sadece rahatsız değilim. Hem, bana eşlik etmeyi kendin istemiştin.”
Güldü. “Doğru.” dedi. Helen onun biraz çekingen davrandığını görüp,
“E, neden bana eşlik etmek istedin, söyle bakalım?” diye sordu. G. istemsizce öte yana çevirdi. Yutkundu. Geçmişi kurcalamak için kendinde cesaret bulmaya çalıştı. Ve tam da Helen’ın cevaptan ümidini kestiği anda,
“Barıştın mı?” diye sordu. Yüzünü birden Helen’a çevirmiş ve adımlamayı kesmişti. Kız gözlerini G.’nin gözlerine dikti.
“Hayır!” diye aniden bağırdı. G.’nin bunu soracağını tahmin etmemişti.
“Peki neden?” diye soğukkanlı bir tavır takınan G. adımlamaya devam etti.
“Aslında barıştım, ama sonra ayrıldık. Evet, sen haklıydın, mutlu musun şimdi? Bunu mu duymak istiyordun?” G. sinirlenerek
“Saçmalama.” dedi. “Sadece tahminimi söylemiştim. Haklı olduğuma ben de mutlu değilim. Yani çoğu zaman mutlu olmuyorum. Peki nasıl oldu da tekrar ayrıldınız?”
“Boş ver. O konuyu tekrar açmak istemiyorum. İyisi mi yolumuza devam edelim. E, kendinden bahset biraz. Görüşmeyeli nasılsın?”
“Sen de bunu boş ver. Nasıl olduğumu kendin gayet iyi biliyorsun."
“Biliyorum. Sen ne iyi olursun ne de kötü. İkisi de saçmalık gibi gelir sana. Eskiden de böyleydi ya. Bari nelerle uğraştığından bahset. Muhabbet olsun canım, hep susacak değiliz ya."
Düşündü. Neler yapmıştı acaba? Sahi, nasıl geçmişti bu bir ay?
“Bir şey yapmadım. Yaptım da hatırlanmaya değecek bir şeyler yapmış olduğumu sanmıyorum. Öylesine işte."
“Sıkılmıyor musun?”
Derinden bir iç çekti.
“Buna sıkıntı denemez. Hiçbir şey yapmadığım için hayıflanamam. Hatırlanmaya değer acılar çekmiş olanlara saygısızlık etmek istemem."
Helen kafasını bulayarak,
“Aman canım!” dedi, “bunu mu kastediyorum ben? Yani genel olarak. Bir şeyler yapmamaktan sıkılmıyor musun?”
“Niye sıkılayım ki? Zaten tüm hayatlar sıkıcıdır. Tamam o zaman, şöyle açıklayayım: Bu bir ay içinde birkaç tane kitap okudum. Ne bileyim, bir şeyler karaladım. Ve biraz da seni düşündüm...”
Bu son sözleri söylerken biraz düşünmüştü. Ama sonunda dayanamayıp söylemişti.
“Ne?” diye gülümseyerek G. ye bakan Helen,
“Ciddi misin?” diye devam etti.
“Evet. Ama seni neden düşündüğümü hâlâ anlamış değilim. Biliyorum, bir daha birlikte olamayız. Ama bu, çok farklı bir tutku. Neyse...unut gitsin.”
“Hayır se...”
“Unut gitsin dedim!” diye çıkışarak kadının sözünü kesti. Belki de duygularının havada asılı kalmasına artık çoktan alışmıştı, ve bu rahatlığı bozmak istemiyordu. Sustular. Eve varana dek konuşmadılar. Yine aynı şeyi yapmıştı. Duyguların bahsedilmesinden hiç hoşlanmazdı. Kelimeler kadar duygulara zıt olan başka bir şey bilmiyordu. Apartmanın yanında durdular.
“Yarın görüşürüz. Seni kırdıysam özür dilerim.” diye elini uzatan G.’nin gözleri aniden Helen’ın dudaklarına takıldı. Öyle güzel görünüyorlardı ki onlara yapışıp yüzündeki tüm kanı sorana dek öpmemek için kendini zor tutuyordu. Helen elini uzattı.
“Hayır, sorun değil. Yarın görüşürüz.” dedi. İçinden bir ses gitmesine izin vermemek için G.'yi ikna etmeye çalışıyordu. Fakat yapmadı. Belki de yapamadı. Yapamazdı. Uzaklaştı.
Anahtarı kilide sokup burdu, diziyle öne doğru itti. Yorgunluğunu yeni yeni hissetmeye başlıyordu. Dizlerinde hafif bir yanma hissetti. Çenesi onca replikten sonra belli ki bitkin düşmüştü. Yatak odasına girip kendini yatağa bıraktı. Pantolonunu çıkardı. Rastgele fırlatıp attı. Kemerin demiri eline çarptı. Birkaç saniyelik bir acı hissetti. Acıyan yeri ovdu, küfürler etti. Birkaç saniye sonra elindeki acı da geçince artık hissettiği hiçbir şey kalmadı. Öylece tavana bakıyordu. Dışarıdan gelen tek tük araba seslerinden başka etrafta hiçbir ses yoktu. Yağmur başladı. Sesler yükseldi. Gökyüzü toprağı döllüyordu. Yeni ağaçlar için. Yeni yaşamlar için. Yeni nefesler için. Ölüler için yapabileceği bir şey yoktu gökyüzünün. Tüm güzellikler yaşayanlar içindi. Ölülerin çoğu bunu bilmiyor, geri kalan kısmı da umursamıyordu. Arkasını pencereye döndü. Gözlerini yumdu. Yumruklarını sıktı. Hiçbir şey olmuyordu. Hayat durmuştu. Karanlık gitgide koyulaşıyordu.
Ertesi sabah erkenden yola koyuldu. Parası olduğunu unutmuştu. Zarf hâlâ cebinde duruyordu. Paraları alıp cebine soktu, zarfı çöp kutusuna fırlattı. Otobüs bekledi. Birkaç dakika sonra artık otobüsün içindeydi. Neden taksiyle gitmediğini düşündü. Unutmuş olmalı. Fark etmez. Neye binerse binsin nihayetinde gitmek istediği yere ulaşacaktı. Otobüslerden nefret ederdi. Çok insan, az özgüven. En arkada oturuyordu. Otobüs tıka basa dolmuştu. Ellerini saçlarının arasında gezdirdi. Tiyatro binasına yakın duraklardan birinde inecekti. On dakika sonra ileride bir durak göründü. Fakat otobüs durağı aldırmadı. İlerledi. Şoföre burada durun diyemedi. Ne de olsa en arkada oturmuştu, ona o alandaki en uzak kişi G.'ydi. Çekindi. Sesinin nasıl çıkacağını bilemiyordu. Ya da oradaki kaç kişinin ona içten içe söveceğini ya da içten içe onunla alay edeceğini. Hiçbir şey söylemedi, nerede dursa orada inecekti. Bir sonraki durakta otobüs yavaşladı. Yolcuların bir kısmı inmeye başladı. Çabuk davranarak yol ücretini ödedi ve kendini dışarı attı. Paraları kurcalarken herkesin gözü onun üzerindeydi. Bu yüzden de telaşlanmıştı. Yoluna devam etti. Birkaç yüz metre işte, fazla uzak değil. Kapüşonunu kafasına geçirip ilerledi. Yağmur tanecikleri akşamdan kalma ıslaklığı tazelemek için kendilerini bulutlardan salıvermeye başlamıştılar bile. Süratini artırdı. Kıyafeti ipek olduğu için yağmura yakalanmak hiç de iyi olmazdı.
Kapıyı açıp salona girdi. Bir tek Matheus oradaydı.
“Nasılsın, dostum?” diye oturduğu koltuktan kalktı. El sıkıştılar.
“Erkencisin galiba?”
“Sayılmaz. Daha beş dakikadır buradayım. Seni uzaktan gördüm ama tam algılayamadığım için beklemedim. Demek senmişsin."
“İyi yapmışsın.” dedi sanki Math’in söylediklerine kulak asmamışçasına.
“Diğerleri de gelir birazdan, bekleyelim. Hay aksi, sigara almayı unuttum."
Matheus telaşlı bir şekilde cebinden paketi çıkararak,
“Bende var, alabilirsin.” dedi. Gülümsedi. Alması daha iyi olacaktı. Eğer almazsa ve ilk provadan sonra onunla birlikte dışarı çıkmayı teklif ederse Helen’la dışarı çıkma şansını kaybedebilirdi. Elini uzatıp bir tane aldı.
“İstediğin kadar alabilirsin.” dedi. Bir tane daha aldı.
“Bu kadar yeter dostum, teşekkür ederim."
Birkaç dakika sonra Colbert ve Helen içeri girdiler. Selamlaştılar. Sonra, önce Raynell, ardı sıra da Angeline kapının eşiğinde göründü. Colbert herkesi sahneye davet etti. G’nin ve Helen’ın kolundan tutarak kenara çekti. Açıklamak istediği bir şey vardı. Oyunda bir değişiklik. Sanki bu oyun G. için özel olarak hazırlanmıştı. Colbert’in açıklayacağı şeyi duyunca bana hak vereceksiniz muhtemelen.
“Aklımda bir şey var. Finalin daha etkili olması için. Umarım kabul edersiniz çünkü bu profesyonellik gerektiren bir şey. Sakın hafife almayın! Son sahnede sadece sarılmak biraz sönük kalıyor sanki, sizce de öyle değil mi? Güzel. Suskunluğunuzu onay olarak kabul ediyorum. Diyorum ki son sahnede sarılmak yerine öpüşseniz, sizce de daha etkileyici bir son olmaz mı?”
Göz göze geldiler. Önce birkaç anlamsız kelime sayıkladılar. Helen,
“Şey... nası... yani, bilemiyorum...” diye sayıklamaya devam etti. G.’nin gözleri pırıl pırıldı. Bu parlaklığı bizlerden başka kimse anlayamaz kardeşlerim. Bu, G.’nin en başından yapmak istediği şeydi. Ve dün geceyle birlikte bu arzusu yeniden alevlenmişti. Tabii bunun, G.’nin Helen’a sevgisi yüzünden mi olduğunu bilemeyiz. Ama istediği buydu.
“Benim için sıkıntı olmaz.” dedi aniden atılarak. O anda gözlerini Helen’dan kaçırmak için nasıl çaba sarf ettiğini size anlatamam. Belki dönüp şöyle bir kızın gözlerine baksa, Helen’ın içinde ona karşı yeniden bir şeyler yaranacaktı. Ama yapmadı. Colbert yalvarırcasına,
“Hadi ama, Helen. Bunda büyütülecek bir şey yok. Sadece ufak bir öpücük, o kadar. Oyuncu olmak istemiyor musun? O zaman tabuları yıkman gerek! Daha neler göreceksin neler, inan bana. Seyirci üzerinde bırakacağınız tesiri artırmamız gerek, bu hem sizin hem de benim için daha güzel olacaktır, emin ol.
“Tamam, tamam! Kabul ediyorum. Hem ne var ki burada, sadece oyun için. Oyuncu olmayı istiyorsam böyle şeylere takılmamalıyım. Doğru söylüyorsun."
Bunun nedeni gerçekten de sadece kariyer miydi? Tartışılır. Çünkü Helen konuşma sırasında tam üç kez dönüp G.’ye bakmıştı. Belki o da G. tarafından arzulandığını görmek istiyordu. Acaba Helen’ın da yalnız kalınca konuştuğu bir arkadaşı var mıydı? Onu bulabilseydik bize her şeyi açıklardı. Neyse, kadın tutkularının gizli kalması daha heyecan verici ve daha çekici bir şeydir. Erkek için mükemmel bir kapan.
“Mükemmel.” diye atıldı Colbert. “Seni çok yükseklerde görüyorum. Başaracaksın, emin ol! E hadi o zaman, sizi sahneye alalım, ben de koltuğuma geçeyim."
Oyun başladı. İlk deneme. Kestik! İkinci deneme. Kestik! Bir türlü kafasından atamıyordu. Sonunda, istediği şeyi nihayet elde edecekti! Performansı çok kötüydü. Oyunun sonunu görebilmek için daha iyi performans göstermek zorundaydı. Yoksa istediği şey öylece havada asılı kalacaktı. Yorgun olduğunu bahane edip duruyordu. Heyecanını belli etmemek için kabuktan kabuğa geçiyordu. Repliklerini söylerken sesi titriyor, dudakları zar zor açılıyordu. Nefes darlığı bir yandan, dişlerin birbirine değmesi bir yandan bastırıyordu. Hayır, bunu kesmek zorundaydı! Bunlar yorgunluk alametleri değildi, kimi kandırıyordu? Ne yapabilirdi? Aptal kafa! Kendine gel!
“Mola verelim,” dedi Colbert. G’nin yanına gidip,
“Neyin var böyle?” diye çıkıştı. “Dün böyle değildin. Demin konuşurken de susuyordun. Bir şey mi oldu? Hadi, bana çekinmeden anlatabilirsin. Konuş lütfen."
“Hayır... dedim ya, yorgunum biraz, çok az uyudum, ondandır. Beş dakika hava alıp geleceğim. Sıkıntı yok, dönüşte daha iyi olacağım." Kendini zar zor dışarı attı. Demin Matheus’tan aldığı sigarayı dudaklarının arasına koydu. Yine mi? Lanet olsun. Ateş almayı unutmuştu. Bu sefer imdadına Math yetişti. Ateşi yakarak,
“Ondan hoşlanıyorsun, değil mi?” diyerek yanında beliriverdi. Math’in söylediklerini anlamaya çalışmadan önce sigarasını tüttürdü. Sonra titreyen parmaklarıyla sigarayı alıp,
“Saçmalık!” diye bağırdı.
“Sakin ol, dostum. Bağırmana gerek yok."
“Aklından geçeni ağzına alıp etrafa yaymadan önce düşünmen bağırmama engel olabilir!”
‘Ne yapıyorum ben’ diye düşündü. ‘Niye bağırıyorsun, aptal herif!’
“Kusura bakma. Ama sandığın gibi değil. Yani ben, gerçekten yorgunum. Rezil oldum değil mi?”
“Hayır, dostum. Herkes yorgun olduğuna inandı."
“Ohh, ne iyi." Oltaya düştüğünü birkaç saniye sonra anladı.
“Yaa, ne iyi. Herkesi kandırabilirsin, dostum, ama ben bunun için uygun kişi değilim. Zaten dünden beri gözlerinden anlaşılıyor. Ona nasıl baktığını fark ettim. Peki niye bu kadar heyecanlısın? İlk kez mi birine aşık oluyorsun?” Sinirlendi. Anlatsa bile anlayamazdı.
“Math, gerçekten boş ver. Evet, eğer duymak istiyorsan evet, ona karşı boş değilim. Ama o kadar abartılacak bir şey de değil. Zaten kendisiyle uzun süredir tanışıyorum. Eskiden birlikteliğimiz de oldu. Ama, farklı bir durum, boş ver."
“Nasıl istersen adamım. Bir sıkıntın olursa çekinmeden söyleyebilirsin."
Son günlerde herkes adeta bir meleğe dönüşmüştü. Kişiler diğerleri tarafından tanınmasa bile içlerinde birer şeytan taşıdıkları bellidir. Yani, G. gibiler için bunu anlamaya delil gerekmez. Dünyanın en iyi insanı bile içinde yavru bir şeytan barındırıyordur.
“Çok iyisin.” demekle yetindi. Eskisi gibi problem çıkarmaya pek de arzulu değildi. Kısa cevaplar insanı yargılanmaktan ve beraberinde de gereksiz sohbetlerden de kurtarıyordu. İçeri geçtiler. Colbert yaklaşıp,
“Daha iyi misin?” diye sordu. Güven vermek için elini sırtına koydu.
“Evet. Devam edelim."
Helen Angeline ile hararetli bir tartışma içindeydi. Raynell da onlara eşlik ediyordu. Colbert,
“Toplanın!” diye bağırdı. Herkes yerini aldı. G. kısa adımlarla sahneye yöneldi. Kendine engel olmak zorundaydı. Helen’ın dudakları onu kendine çağırıyordu.