Bir düşünme nesnesi bellediği denizin ufuk çizgisine gözlerini dikti. Sessizlik, sigarayı kül tablası içinde anlamsız dairesel hareketlerle döndürürken uzaklara bakmaktı. Düşüncelerini, gökyüzünün tavanına asılı bırakmayı severdi. Sessizliği bozması gerektiğini söyleyen bir iç yargıcın hükümlerine dayanamazdı çoğu zaman.

“Kafam ağır geliyor” dedi.


Taşra kahvelerine has sessizliği bu sözlerle yırtıp atmaya karar vermişti bu sefer. Karar da denilmezdi; dilinin ardından dudakları, düşüncenin hızına yetişme telaşıyla oynayıvermişti. Şehirlerin gürültüsünden kaçmayı istemişti her seferinde, şehirlerin içindeyken. Taşranın sıkıntısına öykünüyordu hep. Bir hasat zamanında havada uçuşan tozların kokusunda buluyordu sözgelimi kendisini, güneşin yakıcılığını, kasabaya giden yolların kıvrımını arıyordu büyük metropollerin işlek caddelerinde. Sık sık koyu bir taşra sıkıntısına sığınmasının sebebi bundandı belki de.

“Düşünmekten uykuya dalamamak, kafanın içindeki sussun diye kesiksiz bir baba sessizliğine bürünmek nasıl oluyor da kafanın içindeki koronun büyümesine yol açıyor” diyerek cevabını beklemediği bir soruyla devam etti. Bir yardım çığlığı da denebilirdi buna yoksul bir umutta.


Cümlesini bitirmeye yakın gözlerini önce çay bardaklarına sonra da karşı iskemlenin üzerinde oturanın gözlerine dikti. Suratının boşluklarında, kuşu andıran dudaklarının kenarlarında düşe kalka yürümeyi düşündü. Düşe kalka yürüyordu belki de oralarda. Şimdi o arşınladığı yolların tam ortasından ufak bir köprü açılsın, içinden kelimeler dökülsün istiyordu.


Çay bitti. Sigara söndü. İskemlede oturanlar nefeslerini tutup “Kalkalım mı?” sorusunu kimin soracağına kilitlendi. Soruya gerek yoktu belki de. Toplanan eşyalar, cebe koyulan anahtar birer cümleye dönüşüveriyordu. Aynı anda, ikircikli bir huzursuzlukla doğruldular. Alışılageldik kelimelerle vedalaşıp, bilindik adımlarla ayrıldılar.


Yusuf, adımını her attığında kelimeler zihninde dönüyor, cevapsız kalan sorularını yeniden oluşturma telaşıyla çırpınıyordu. Sorduğu soruların saçma olduğu düşüncesi eşlik ediyordu muhakkak bu çırpınmaya. Yargıç hiç susmuyordu. Köprünün altına vardığında adımları ne geri ne ileri gidiyordu. Kafası da vücudu da o içilen son bardak çaya tutunup kalmıştı. Demli bir sessizliğe büründü yine. Dudaklarının kıpırdamadığı değil; kafasının içinin de sustuğu. Korna seslerine, araba frenlerine, öbek öbek yükselen anlaşılmaz uğultulara bırakmak istedi kendisini. Film sahnelerini düşündü. Bir senaryoyu gerçekleştirme uğraşında olsa oracıkta bir sigara yakması gerekiyordu. Yakmadı. Kalabalığın ortak duygusu olan akşam telaşına kendisini kaptırarak, nereye gideceğini bilmeden, biliyormuş gibi yürümeye başladı. Haliç Köprüsü’nün altında buldu kendisini. Ağzının ucuyla ittiği sigarayı şimdi iştahla eline aldı ve alışılmış bir kederle çekti ilk dumanı içine. İç sıkıntısı kadar kızıllaştı sigaranın ucu, her zamanın aksine ağır adımlarla……


Devam edemedim. Öyküye devam etme konusunda, elimin klavyeye ilk değdiği andaki eminliğimden eser kalmamıştı. Kafamı bilgisayar ekranından kaldırdım. Binlerce sayfa yazılmış öykülere yeni olmayan bir şey mi ekliyorum düşüncesiyle Yusuf’u koyu ve kızıl bir iç sıkıntısıyla öylece bıraktım. Yusuf muhakkak, sigaranın yarısına varmadan, onu yol kenarında bulunan mazgalların içerisine denk getirmeye deneyecekti. Yapamadı.


Vitrinlerini çeşit çeşit enstrümanların doldurduğu dükkanların önünden, hepsini çalabileceğim düşüncesiyle geçtim. “İnsan böyledir” dedim hemen sonra kendi kendime. Uzaktan bakınca her şeyi yapabileceğini sanır da iş başa düşünce tıkanır kalır bir yerde. Nerede, nasıl tıkandığı da önemlidir kuşkusuz fakat sonuç olarak tıkanmıştır işte. Öyle yazar tarih. Aklım Yusuf’taydı belki de. Sigarasını bitirmeden fırlattırsaydım diye düşündüğümden böyle laflar ediyor olabilirim. Ya da yine yazmaya çabaladığım metinden uzakta her şeyi yapabileceğimi sanıyordum. Dilimin ağlamasından kurtulmak için kafamı temize çekmem gerekiyordu.


Kafamı temize çekemedim ama evin sokağına girince, esmer yüzü, sigaradan sararmış dişleriyle Zerrin Abla’ya rastladım. Bizim mahallede, gündelikçiydi. Apartmanları baştan aşağı yıkar, çok sıkıştığında evlere temizliğe giderdi. Sararan dişleriyle ve yorgunluğunu belli etmek istemeyen tebessümüyle selam verdi beni görünce. Sessizliği bozmamıştık. İçimizin tenhalığı ile sokaktan yan yana geçtik. Aceleyle yürüyordu. Girip çıktığı onlarca apartmanın en tepesinden şarıl şarıl suları akıtır en alt katta giren çıkana doğrulup bakardı Zerrin Abla. Kim bilir belki de birisi konuşur umuduyla gözleriyle başlatmaya çalışırdı sohbeti. Yusuf’u tanısaydı, onun yanına aceleyle gelip, nefes nefese olan sesine bir de kelimeleri katmak ister gibi seslenirdi:

“Niye bu kadar sessizsin oğlum, bir derdin mi var?”


Suratına gülümseyip bakardı kuşkusuz Yusuf. Kelimeleri olmayan bir dili Zerrin Abla’da biliyormuş gibi, bir konuşmayı başarıyla bitirmiş gibi gözlerini başka yana çevirir, sessizliğini kesiksiz sürdürürdü. Ama ikisi de tanıyamadı birbirini. Yusuf’u orada öylece bırakmıştım çünkü.


Yusuf’la tekrar rast gelme ihtimali sıkkınlık verdi. Eve gitmekten vazgeçtim. Ayaklarım nereye gideceğini bilmeden, nereye gitmeyeceğini bilerek birbirini takip etti.


Kentlerin sessizliğe pusu kuran gürültüsünden kaçmayı denedim. Evet, yine böyle bir uğraşa girdim. Soba dumanlarının sokak aralarını kapladığı, yazmalı kadınların balkonlardan çeşit çeşit şeyler silkelediği mahallelerden, belli belirsiz, silikleşmiş duvar yazılarının süslediği soğuk duvarların kenarlarından yürüyerek bu uğraşımı nihayete erdirme derdindeyim. Her sokağı aştığımda kentin gürültüsü azalsa da anıların ve yaşanmış onca şeyin gölgem gibi beni takip ettiğini atladığımı fark ettim. Hafızama kazınan anılar, bütün gümbürtüsüyle buradaydı işte. Nerede bulacaktım aradığım sessizliği? Sessizlik nasıl bir şeydi, neydi? Bu sorulara havalı bir şair edasıyla cevap vermeyi denedim kafamın içinden. Aforizmaları sağdan soldan çekiştirdim önce, kelimeleri yer değiştirdim sonra. Az gelişmiş bir cümleye ulaştığımda bir sigara daha yaktım: Kelimeler de isim değiştirir bazen, duygular başka görüntülere sığınır, sessizce büyüyen bir aşkın ortasında buharlaşır kelimeler, gökyüzü silinir ve doldurulmayı bekleyen bir boşluk kalır ortada. Çoğu zaman o boşluğun adıdır sessizlik.


Yokuşlardan inip çıktım. Yusuf’u, iskemlede edemediği kelimeleri, boşluk denilen o sessizliğe teslim oluşunu, Zerrin Abla’yı düşündüm. Tamamlanmamış bir öykünün rahatsızlığıydı kuşkusuz üzerimdeki. Tamamlanmamasıyla bu kadar yer etmişti belki de. Süleymaniye’nin yokuşundan aşağı doğru bıraktım kendimi. Dar ve tarihi sokaklara sığmayan yüzlerce kişiyle yürüyor gibi, sessiz sloganlarla, biraz da koşar adımlarla Haliç’e geldim. Eski hanlara, ortalığa serilmiş eşyalara baka baka yürüdüm. Acımış demli bir çay içtim küçük bir iskemlede oturarak. Haliç Köprüsü’nün altında buldum kendimi. Sigarayı iştahla elime aldım ve alışılmış bir kederle çektim ilk dumanı. İç sıkıntım kadar kızıllaştı sigaranın ucu, her zamanın aksine ağır adımlarla…