28.10.2014


Bana ait zannettiğim şeylerin benim olmadığını anladım. Bilmiyorum, yani yaşıyorum ama can benim değil, ispatı da ölüm. Bir telefonum var, eski bir model ama o da bana ait değil. Yarın bir gün denize, göle, lağıma düşebilir ve artık benim olmaz ya da bir yerde unuturum, çalınır… Yine benim olmaz. Bizim olmayan şeyler için ne çok sahipleniyoruz hayatı. Bir ev alıyoruz, araba alıyoruz, evleniyoruz… Ama hiçbiri bizim değil. Ölünce ev çocuklarımıza miras kalır en iyi durumda. Yani sonsuza kadar bizim olan dünyevi hiçbir şey yok, ruhumuzdan başka. Bu yüzden ne diyor Hugo, "Bedenleri ve görüntüleri sevmekten vazgeçin. Çünkü ölüm her şeyi yok edecek, ruhları sevmeyi deneyin."

Ben susmaya başladığımda henüz gençtim, 17 yaşında, hayatımın en güzel yıllarını geçiriyordum. Aslına bakılırsa suskunluğumun nedeni ufak bir şeyden ötürüydü veyahut ben artık bazı şeyleri kaldıramıyordum. Kendi kendimi sorgulamak istemiyorum. Çünkü ben de bir insandım bir zamanlar, benim de hayattan beklentilerim, umutlarım, sevinçlerim, hayallerim vardı ama bunlardan çok olmayacak olan beklentilerim, ihtimalsiz umutlarım, yarım kalmış sevinçlerim ve yıkılmış hayallerim vardı.

Benim adım Agah Kıymetbilen, 20 yaşındayım. Bu sayfa günlüğümün ilk sayfası.

Bugün her zaman olduğu gibi işe gittim. Bu şehirden nefret ediyorum. Buraya nasıl geldiğimi de bilmiyorum zaten. Annem okumaya şehir dışına göndermişti beni. Annem dedim de bak aklıma geldi. Annem pek çok severdi beni, çok severdi hem de, bir sözü vardı, hep söylerdi, derdi ki: “Asla kim olduğunu, nereden geldiğini, adını unutma! İnsan bunları unutursa kim olduğunu da unutur. Bir insanın geçmişi asla o kişiyi tanımlamaz, geçmişte kötü şeyler yapmış insanlar için her zaman bir umudun olsun. Kimse dışlanacak ve yalnız bırakılacak kadar adi değildir.” Annemi severdim, severdim diyorsam hala severim, ama her konuda hemfikir olamam onunla zira insan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Kendimi ele almak istiyorum. Ben küçükken de karamsar, mutsuz ve sevinçsiz bir insandım, bilmiyorum, belki de kötü bir çocukluk geçirdim, iyi olduğu da söylenemez. Her neyse, gel gelelim neden günlük tutma ihtiyacı hissettim? Aslında günlük tutmasını pek bilmem, beceremem de zaten ama neden tutuyorum? Tutuyorum çünkü konuşmayınca insan kendini ifade etmek istiyor herhangi bir şekilde. Konuşabilirim, evet bunu yapabilirim ama yapmak istemiyorum, istemiyorum çünkü ne zaman konuşmaya kalksam heveslerimden, inançlarımdan, hoşlandığım şeylerden, hedeflerimden veya güzelliklerimden bahsetsem insanlar hemen bu görüşlerimi yıkmaya çalışıyor. Hayır anlayamıyorum, herkesle aynı görüşe sahip olmam mı gerekiyor? İnsanlara sarı güzel geliyor diye mavi bana çirkin mi gelmeli? Ya da benim inançlarım onlarınki ile aynı değil diye dışlanmalı mıyım? Neden birbirimizin farklılıklarını kabul etmiyor ve bununla yaşamıyoruz? Babamı çok sevmem ama bir sözü var, “Farklılıklar güzellikler yaratır.” diye. En çok kullandığı diğer söz de ‘’Mukadder rakımı getir!” Yani güzel bir aileye sahibim. İş, iş demişken yerel bir gazetede çalışıyorum. Basım, tasarım… Çok kazandığımı söyleyemem ama idare ediyorum. Bugünlük bu kadar yeter, filmlerde olduğu gibi bitirmek istiyorum. Sevgili günlük, bugün de hiçbir şey değişmedi ve hayatım yine bütün sefaletiyle devam ediyor. Yarın görüşmemek üzere.


Agah bunları yazarken hiçbir şey hissetmemişti. Hayatı, yaşamayı ne kadar çok sevmiyor olsa da içinde annesinin aşıldığı umut her zaman kendini koruyordu. Agah'ın halen bir şeyler için umut beslemesi güzel şeydi doğrusu ama konuşmaması annesini çok mahvediyordu. Kadıncağız her gün Agah'ı arar ve cevap gelmeyeceğini bilse de “Nasılsın?” diye sorardı. Agah her zaman olduğu gibi o sabah yatağından kalktı ve bir küfür savurdu, uyandığına şükretmesi gerekirken lanet ediyordu. Böyle bir insana acınır doğrusu. Her sabah uyandığına lanet eden ama her şeye rağmen, her şey için içinde umut besleyen bir insan. Böylesine sadece acınır. Yalnız yaşıyor olması da mahvediyordu onu. Yalnızdı yalnız olmasına ama her şeyin en iyisini beklemiyordu zaten. Kalktı, tuvalete girdi, bir su koydu ve telefon çaldı. Arayan annesi olmasına rağmen “Konuşmadığımı biliyor, yorulmuyor mu, üzülmüyor mu her gün beni aramaktan? Cevap gelmeyeceğini bile bile” diye düşündü ama her gün yaptığı gibi telefonu yine açtı. “Merhaba oğlum, nasılsın?” Agah cevap vermedi. Bu sefer farklı bir şey oldu, her gün oğlunu arayan ve cevap bekleyen o kadın o gün cevap istemiyordu, gözyaşları içinde tekrar konuştu. “Konuşmana gerek yok oğlum, her gün telefonu açıyorsun, orada olduğunu biliyorum, nefes alışverişini duyuyorum ya o yetiyor bana. Susmayı tercih ettiğin için seni suçlayamam, biliyorum bu dünya, bu insanlar, bu hayat öylesine, öylesine berbat, öylesine çirkin ki inan bana benim de susmaktan başka şey gelmiyor aklıma ama bu berbatlığın, çirkinliğin faturasını susarak bana kesme!” Agah birkaç saniye sustu, ağzını açtı, tam konuşacaktı ki kendi kendine ettiği yemini hatırladı; “Susacaksın Agah, ne olursa olsun susacaksın. Nasıl ki kaplanlar hayatta kalmak için avlanıyor, bizonlar avcısını boynuzluyor, sen de susacaksın. Eğer susmazsan insanlar içindeki titrek bir mum ışığı gibi yanan yaşama isteğini de söndürürler.” Agah en iyi bildiği şeyi yaptı. Sustu. Zaten birkaç saniye sonra da annesi telefonu kapattı. Bu sefer Agah'ın içinde bir şeyler ufaktan da olsa cız etmişti. Uzaklara daldı. “Madem cevap vermeyeceğim ne diye taşıyorum bu telefonu?” diye düşündü. Taşıyordu, taşıyordu çünkü annesinden, babasından, kardeşlerinden, eski okul arkadaşlarından onu arayan tek kişi annesiydi. “Yalnızım.” diye düşündü, ne kadar bunu sevmiyor olsa da bunun özgürlüğüne öylesine bağlıydı ki, bundan başka şey bilmiyordu. Tak! Su kaynadı, düğmesi attı. Agah kupasına yarım tatlı kaşığı kahve, iki tatlı kaşığı süt tozu attı, suyu döktü, kahveyi içti, çıktı.

 

Agah apartman kapısını açtı, dışarı çıktı. Bir yandan 1+1 hapishane evinden kurtulduğuna seviniyor, bir yandan da sabahın erken saatlerine ders koyan hocaya küfürler savuruyordu içinden. Kulaklığını çıkardı, mp3 müzik çalarına taktı ve dinlemeye başladı. Hayattaki en büyük tutkularından biri de şarkı dinlemekti. Biraz yürüdü. Mahalleyi ana yola bağlayan sokağa çıktı, egzoz gazları, bacalardan çıkan dumanlar boğazını öyle yaktı ki öksürmeye başladı. Birkaç öksürükten sonra kendine geldi, tekrardan “Bu şehirden ölesiye nefret ediyorum.” dedi kendi kendine. Aslında Agah’ı anlamak zor değildi, hiçbir zaman da olmamıştı. Nasıl olsa o da bir insandı. Tutkuları, sevinçleri, hatıraları, acıları, yaraları vardı. Zaten insan, yarası olmadan insan olmaz. Dolmuş geldi ve bindi, bir öğrenci parası verdi. Bu suskunluk hayatının her anında ona zorluk çıkardığı gibi yine bir zorluk çıkardı; bir öğrenci parası verdi, dolmuş şoförü şöyle bir baktı Agah’a “Öğrenci misin?” dedi. Agah kafa salladı. Agah boş bir yer buldu ve oturdu, dışarıyı seyretmeye başladı. Dışarıyı seyrederken üniversiteye ne ara geldiğini fark etmedi. Konuşmak istemediği için birisinin inmesini bekledi. İnen yoktu. Kapıya yaklaştı ve durdu. Dolmuş şoförü “İnecek misin?” diye sordu, kafasını salladı. Dolmuş durdu, kapı açıldı, Agah indi. Agah inerken dolmuş şoförü “Manyak mıdır nedir?” diye söylendi. Agah umursamadı. Hiçbir zaman da umursamazdı çünkü dünya üzerindeki her insan -birkaç kişi hariç- ona göre kötüydü. Şimdi düşünmeli: Dünya üzerindeki her insanın kötü olduğunu düşünen kişi bir iyilik meleği midir? Elbette hayır. Zaten Agah kendisini iyilik meleği olarak görmüyordu, aksine kendisini sevmiyordu bile. Bunun temelinde küçükken babasının ona yaptığı psikolojik ve fiziksel baskı yatıyordu. Ama her şeyden bu denli nefret etmesinin nedeni elbette bu değildi. Agah iyi bir insandı. Öyle sanılanın aksine bir iyilik değil çünkü ona göre hayvanları sevmek, yardımsever olmak, insanları mutlu etmeye çalışmak iyilik göstergesi değildi. Haklıydı. Bunları yapmak bir insanlık vazifesidir. Yani elbette hayvanları sevmeyebilirsiniz ya da yolda poşetler taşıyan yaşlı bir teyzeye de yardım etmeyebilirsiniz veyahut insanlara karşı çok kaba olabilirsiniz. Bu Agah’a göre sizi kötü yapmaz. Bu Agah’a göre sizi adi bir insan yapar, özellikle insanlara kaba davranmanız. Agah’a göre iyi olmak gerekirse insanlık vasıflarına sahip olmak gerekir. Nedir bu insanlık vasıfları? İnsanın ilk evriminden bu yana içinde taşıdığı değerlerdir. Dürüstlük, mantık, içgüdü, vicdan ve saflık. Agah’a göre, dürüstlük; insanın gerçeği her şeyin üstünde tutmasına ve kabullenmesine neden olur. Mantık; mutluluğu, güzelliği bulmaya ve fayda getirenin ne olduğuna karar vermeye yarar. İçgüdü; sezgi yoluyla her şeyi anlama ve öngörüyü kullanmaya iter ve böylelikle sorumluluklarınızı yerine getirirsiniz. Vicdan, Agah'a göre, insanlığın ilk evriminden bu yana içinde taşıdığı vasıflardan en önemli olan değerdir zira vicdan insanın içindeki adaleti sağlayan yegane varlıktır ve bunun her şeyin ama her şeyin üstünde tutulması gerektiğini düşünür. Saflık ise her insanın içinde bulunmasa da her insanda olmalıdır çünkü ancak ve ancak –az da olsa– saflık olduğunda bu değerler bir araya gelir. Böyle düşünüldüğünde neden çocukların güzel ve iyi olduğunu görebiliriz zira çocuklarda saflık çokça bulunduğu için bunları bir araya getirmekte ve kullanmakta zorluk çekmezler. Ancak insan büyüdükçe içindeki saflık birçok nedenden ötürü kaybolur ve dolayısıyla bu değerler kullanılamaz hale gelir. Böylelikle Agah’a göre büyümek ve yetişkin olmak –doğaya aykırı olsa da– insana yapılan en büyük kötülüktür. Misal vermek gerekirse bir çocuğa para verin ve bir bakkala götürün, bakkalın önüne de sefil bir şekilde dilenen bir dilenci koyun. Çocukların çoğunluğu parayı dilenciye vermeyi düşünür ve verir, bunda pişman olmazlar ve düşünmezler çünkü sezgileri ve vicdanları böylesinin doğru olduğunu söyler. Aynı şeyi bir yetişkinde uygulanmaya kalırsa vay o dilencinin haline. Agah çoğu zaman sezgileri, duyguları ve vicdanıyla hareket eden bir insandır.

 

Agah yürüdü, fakültenin önüne geldi, içeri girip girmemekte tereddüt ediyordu ama derse girmesi gerekiyordu. Ne yapmalıydı? Yapması gereken içeri girip, sırasına oturup not alması, dersi dinlemesi ve sınavlardan geçip başarılı bir şekilde felsefe bölümünden mezun olmasaydı. Bütün bunlar birden Agah'ın gözünde büyüdü, oradan koşarak uzaklaşmak istedi. Arada bir olurdu böyle, dünyadaki her şey ona kaldıramayacağı bir yük gibi gelir kaçıp gitmek isterdi. Kaçmak isterdi istemesine ama yorulmuştu artık. O kadar yorulmuştu ki kaçmaktan, değil koşmaya, yürümeye hali yoktu. Her yere de böyle giderdi zaten. Birisi boynuna sarılmış onu zorla götürüyormuş gibi, ayaklarını sürüyerek giderdi her yere. Agahın iradesi birden zayıfladı, adeta psikolojisi çöktü, diz çöküp ağlamak istedi, gözleri dolmuştu. Tam yere çöküp bağıra bağıra ağlayacakken bir el dokundu omzuna.

“Merhaba, öğrenci işlerine nasıl giderim acaba?” Agah onu gördü, annesin gülüşünden, ilk defa denizi görüşünden, ilk okuduğu şiirden sonra daha güzel bir şey görmemişti ondan başka. Güzel kızı gören, kötü çocuk, serseri misali takılan çocuklardan biri hemen atladı.

“Boşu boşuna soru sormayın ona, konuşmaz o, sessizlik yemini etmiş soytarımız o bizim. Ben yardımcı olayım isterseniz.”

Az önce bağıra bağıra ağlamak isteyen Agah birkaç saniye içinde öfkeyle doldu, adeta içinde bir öfke bombası patlamıştı. Agah sıska, güçsüz gibi görünse de dövüşmesini iyi bilirdi, yumrukları da beton gibiydi adeta, babasından yediği dayaklarla dövüşmeyi öğrenmişti. Yumrukları beton gibiydi ve olması da gerekliydi. Eğer hayat gibi adi bir kavramla dövüşmek, savaşmak istiyorsanız sinirleriniz çelik gibi, yumruklarınız beton gibi olmalıdır. Hayata karşı yıllardır verdiği mücadelede bu noktada tükenmiş olan Agah pes etmişti. Tam o adinin çenesine bir yumruk patlatacaktı ki kız araya girip “Hayır teşekkürler. Eminim beyefendi beni oraya götürebilir. Ayrıca siz anne babanızdan terbiye almadıkça benimle muhatap olmayın bir daha lütfen!” dedi ve Agah’a döndü. Agah onu duymuştu, bir yandan onu savunduğuna seviniyor, bir yandan da adinin suratına bir tane çakmak istiyordu. Serserinin arkadaşları bir kahkaha attı, serseri dönüp “Ne gülüyorsunuz lan, bir bok mu var? Amına koduklarım!” diye bağırdı. Sinirlenmişti. Kız ona bakıp “Terbiyesiz!” dedi. Agah halen sinirli bir şekilde serseriye bakıyordu, gözlerini ondan ayırmıyordu. Kıza bir şey diyemeyen serseri Agah’a döndü. Öyle baktığını görünce hırsını ondan almak istedi “Ne bakıyorsun lan dik dik? Beni mi dövecen?” dedi serseri. Kız hemen oradan uzaklaştı. Serseri Agah'ın üstüne yürümeye başladı. Yaklaştığı ilk saniyede serseri elini bile kaldıramadan çenesine şimşek hızıyla bir yumruk yedi. Serseri yumruğun etkisiyle kendinden geçti, yere yığıldı. Kimse Agah'tan böyle bir şey beklemediği için herkes on saniye dondu kaldı. Serserinin arkadaşları şoku atlattıktan sonra oturdukları yerden sıçradı ve Agah'a doğru koşmaya başladılar. Tam o sırada kampüsün güvenlik görevlileri araya girdi, Agah'ı üç kişi zor tutuyordu. Kız güvenlik görevlilerini çağırmakla iyi bir şey yapmıştı. Aksi takdirde Agah hiç düşünmez, beş kişinin arasına dalardı. Güvenlik görevlileri serserinin arkadaşlarını geri ittikten sonra uyarı yaptı. “Ya bu işi burada bitirirsiniz, ya da polisi çağırırım derdiniz neyse orada hesaplaşırsınız!” Serseri kendine gelmişti. Ayağa kalktı, “Seninle işim bitmedi Agah! Ayvayı yedin oğlum sen! Amına koyacam senin, en adi orospu evladı!” diye bağırdı. Agah, serserinin annesine küfür ettiğini duyunca kendinden geçti. Agah'ı üç kişi zor tutuyordu, şimdi ise öğrencilerle birlikte beş kişi zor tutuyordu. Agahın ağzından tek kelime çıkmadı. Dişlerini kenetlemişti. Güvenlik görevlisi tekrar etti. “Ya dağılın ya da polis çağıracağım.” Serseri ve arkadaşları fakültenin önünden ayrıldı, Agah'ın ise siniri hala geçmemişti. Deliye dönmüştü adeta. Onu öyle gören birisi akıl hastası sanabilirdi. Güvenlik görevlisi Agah'a yaklaştı, “Agah tamam oğlum, sakin ol. Belli ki zengin bebesi, kendini bir bok sanıyor. Hepimiz seni biliyoruz, boş yere böyle olmazsın sen, sakin ol. Sakin ol.” Güvenlik görevlisi Ahmet ile Agah'ın arası iyidir. Agah Ahmet’i duyunca biraz sakinleşti, kendine geldi, öğrenciler de Agah'ı bıraktı. Ahmet tekrar konuşmaya başladı.

“Aman oğlum dikkat et kendine, bu zengin bebesi rahat duracağa benzemiyor. Böylelerini bilirim. Baba parasıyla kendilerini bir bok sanırlar, herkese tepeden bakarlar. Bir sorun olursa gel bana, beraber hallederiz.” Agah omuz silkti. Kampüsten ayrılma niyetindeydi. Kız yanına geldi. “Ne olursunuz kusura bakmayın. Hep benim yüzümden oldu. Özür dilerim.”

Agah şaşırmıştı. Onun bu halini görüp ondan uzaklaşmamış olmasına şaşırmıştı.

-Dilerseniz öğrenci işlerine kadar beraber yürüyelim. Hem beni oraya götürürsünüz, hem de sakinleşirsiniz.

Agah cevap vermedi. Elini cebine soktu, kulaklığını ve mp3 çalarını çıkardı, taktı ve dinlemeye başladı. Kıza dönüp bir baktı ve kampüsün içine doğru yürümeye başladı, kız da hemen peşine takıldı. Bir süre yan yana yürüdüler, sonrasında kız “Adınız Agah sanırım.” dedi. Agah kulaklığını çıkardı kıza baktı. Kız tekrar, “Adınız sanırsam Agah.” dedi. Agah başını salladı, onayladı. Kız elini uzattı “Memnun oldum. Ben de Elif. Elif Güzelseven.” Elif'in eli havada kaldı, Agah Elif'in elini sıkmadı, sadece yürüdü. Elif elini indirdi, soluk soluğa kalmıştı. “Biraz yavaş yürür müsünüz? Soluk soluğa kaldım.” Agah yavaşladı, Elif’e ayak uydurmaya çalıştı. Birkaç dakika sonra öğrenci işlerine geldiler. Agah arkasını döndü yürümeye başladı. Elif arkasından seslendi.

-Bir dakika bekler misiniz? Beni buraya getirdiğiniz için teşekkür ederim. Acaba hangi bölümde okuyorsunuz?

Agah cevap vermedi. Arkasını döndü, yürümeye başladı. Elif arkasından “Telefon numaranızı alabilir miyim?” diye bağırdı. Agah aldırış etmedi. Telefon numarasını vermek istemedi çünkü sonuçta o da bir insandı. Agah'ın kalbini kırabilirdi, üzebilirdi, onu ağlatabilirdi. Öylesine korkuyor, öylesine iğreniyor, öylesine kötü bakıyor, öylesine şüphe duyuyordu ki insanlardan, her şekilde onlardan uzak durmaya çalışıyordu. Onu bu yalnızlığa iten şey de zaten insanlara karşı beslediği bu hislerdi. Zaten nasıl insandan korkulmaz ki? Sonuçta insandır çünkü bu. Gidip dünyanın bir ucuna, oradaki halkı esir alıp toprağını işgal eden, sömüren, insanı vatansız bırakan yine insandır. Sadece içindeki kötülük kendinden olana yaptığıyla kalmaz. Gider bir ormanı yakar, bir maymun hapseder, canlı canlı kafatasını açar üstünde deney yapar, koca koca balinaları avlar, kuşları kafese koyar, sonra da oturur onun ötüşlerini dinler. İşte sonuçta bütün kötülükleri yapan insandır. Zaten ne diyor şair:

Kimliğini unutmak istersen hatırla;

Ben adi ırkın soyundan insanım.

Adilik, kötülük, canilik içinde gırla,

İşte bu yüzden pis akar kanım.

 

Agah bunları düşünürken aklına bir şey geldi. Dostoyevski’nin bir sözü vardır, “Ya odanda öldürdüğün örümcek bütün hayatı boyunca senin onun oda arkadaşı olduğunu sanıyorsa?” diye. Belki de biz de kuşları kafeslere koyup onların ötüşünü dinlerken güzel bir şeyler olduğunu düşünsek de onlar bize özgür kalmak için yalvarıyordur. Hem de acı ve ızdırap içinde. Belki de onların bu ahenkli, güzel sesleri onların feryatlarıdır. Sanırım biz de Tanrı için böyleyiz. Aksi halde bu kadar yakarış, bu kadar dua, bu kadar efgan, bu kadar inilti nereye gidiyor olabilir?

Agah tekrar kulaklığını ve mp3 çalarını çıkardı. Müzik dinlemek istiyordu, biraz da yürümek. Yürümek istiyordu ama öyle az buz bir mesafe değil, neredeyse 6 km yol yürüyecekti. Evinden üniversiteye hemen hemen 6 kilometrelik bir yol vardı. Aslında olanlardan sonra eve gitmek istemiyordu. Hep böyle olurdu zaten. Evi dünya üzerindeki en gereksiz yermiş gibi hissederdi. Aslında hiçbir zaman o küçük hapishaneyi bir ev, yuva olarak görmemişti. Bu şehir gibi evini de sevmiyordu. Yaşadığı şehir çokta kötü bir yer değildi aslında. Hatta bu ile bağlı olan köylerden biri olan Taşkale, Atatürk’ün köyü olduğu söylenirdi. Buranın kendine has güzellikleri vardı. Manazan Mağaraları, tahıl ambarları, Karaman Kalesi, tarihi hamamları, yılkı atları, yeraltı mağarası, tarihi konakları, ki Agah’ın en sevdiği Tartan Evidir ve bunun gibi birçok tarihi mekanları vardı. Zamanında bu ile Osmanlılardan önce Karamanoğulları denen bir beylik hükmetmişti. Bu beylik Osmanlı İmparatorluğu'na sıkça başkaldırır ve isyan edermiş. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu çareyi bölgedeki halkı iskan ettirmekte bulmuş. Böylelikle ülkemizin dört bir yanına dağılmış Karamanlılar. İşte bu nedenden dolayı Mustafa Kemal Atatürk’ün soyunun buraya dayandığı iddia edilir. Aslında bu yere sadece Osmanlılar ve Karamanoğulları hükmetmemiş. Zamanında Selçuklular, Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu da hükmetmiş bu topraklara. Bu yüzden Roma, Bizans ve Selçuklu yapılarına rastlamak da mümkün bu şehirde. Özellikle şehir dışına çıkıldığı zaman bu yapılar kendini daha çok belli ediyor. Öyle ki bir zamanlar yine bu Taşkale denen yerde insanlar hazine avına çıkmışlar. Taşkaleli olduğunuzu söylediğinizde “Hiç define aradın mı?” diye bir soru yöneltilebiliyor mesela. Peki bir insan bu kadar tarihi geçmişi, tarih mirası ve bu kadar güzelliği olan bir şehri neden sevmez? Çünkü Agah'ın bu şehirde güzel anıları yoktu. Agahın da çok sevdiği şairlerden olan Cesare Pavese, “Anılar yok bu şehirde.” diyordu. Agah genellikle bu görüşe katılmaz. Çünkü bir şehri, bir insanı güzelleştiren güzel anılardır. Sadece anıların olması güzelleştiremez bir insanı, bir şehri. Bir insanı, bir şehri güzelleştiren şey güzel anılardır evvela çünkü anı denildiği zaman akla kötü anılar da gelir ve kötü anılar insanı güzel hissettirmez. Bu yüzden bunun ayrımını her zaman yapmak gerekir. Agah bu düşünceler içinde yürürken kampüsten çıkmış hatta yolun dörtte birini bitirmişti. Agah ayaklarının ağrımaya başladığının farkına vardı. Ayaklarının ağrıması normaldi çünkü ince tabanlı, hiç de ortopedik olmayan bir ayakkabı giyiyordu. “Acaba bir dolmuşa mı binsem?” dediği sırada önünden, evine giden 4 numaralı dolmuş geçti. Eğer dolmuşa binmek istiyorsa en az 15 dakika beklemek zorundaydı -ki Agahın hayatında en çok nefret ettiği şey beklemektir-, dolmuşa binmekten vazgeçti. “Binsem ne olacak ki zaten? Eve gidip ne yapacağım? İş yerine gidecek tadım da yok. Güneşin batışını izlemeye de gidemem, daha saat sabah sekiz.” Zaten Agah'ın genellikle yaptığı şeyler bunlardır; evden okula, okuldan işe, arada sırada da kaleye, güneşin batışını izlemeye giderdi. Kafasına esti, birden karar verdi. Eğer açıksa tarihi konaklara gidecekti, uzun zamandır gitmiyordu. Zaten hepimiz böyle yaşamıyor muyuz hayatı? İşten, okuldan, aileden zaman kalmıyor, bu yüzden de haftasonu tatillerini dört gözle bekliyoruz yatıp uyuyabilmek için, onda da özel sektörde çalışırsan veya memursan böyle bir avantajın var. Ama elbette bu bizim elimizde değil, ülke şartları bunu gerektiriyor.

Amin Maalouf Doğu’dan Uzakta adlı eserinde şöyle diyor: “Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin; baskıya, ayrımcılığa, haketmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olamazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben başka bir anayasa tanımıyorum.” Amin Maalouf bu sözünde oldukça haklı lakin Türk halkında bana kalırsa bu durum çok yanlış anlaşılıyor. Yani genellikle yaşadığımız toplumda bir şeyleri sorgulamadan yapmamız gerekiyormuş gibi davranılıyor. Eğer hayır, bu yanlış böyle olmaz, doğru değil derseniz hemen “vatan haini” damgası yemeniz mümkün veyahut karşınıza hemen sizi kısıtlayan, sizi yargılayan kişiler, şahıslar, kurumlar çıkıveriyor. Öyle ki sanki tek bir doğru varmış gibi. Bunu ne kadar inkar edersek edelim her şey göz önünde. Bir sabah kalktığınızda bir bakmışsınız sosyal medya hesabınızdan sizin istemediğiniz şeyler paylaşılmış. Ne kadar korkunç bir durum! Sizin hesabınıza girip sizden habersiz paylaşım yapabilen kişiler, her türlü şekilde özel hayatınızı gözetleyebilir. Bu ne kadar korkunç bir durumdur. Agâh bu gibi düşüncelere dalmışken bir korna sesiyle irkildi. Arkasına dönüp baktığında Elif camı açmış, ona sesleniyordu.

-Agâh, hadi gel götüreyim seni nereye gideceksen.

Agâh ilk başta ters ters bakıp bu kız neden benimle bu kadar ilgileniyor, diye düşündü ve niyetinde pek de arabaya binmek yoktu ama Elif’in arabasının arkasında oluşan sırayı görünce hemen arabaya atladı. Arabaya binmişti çünkü sağlam bir küfür yemek istemiyordu, sinirleri halen yatışmamıştı zaten, bir de başka bela istemiyordu başına. Elif arabayı sürmeye başladı, müziğin sesini kıstı. Agâh bu hareketten hemen onunla konuşmak istediğini anladı. İçinden, keşke binmeseydim, diye geçirdi. Bu durumda yapabilecek tek bir şey vardı, her zaman oynadığı oyunu oynamak. Kimseyle iletişim kurmak istemediği ama buna mecbur olduğu anlarda hep bunu yapardı Agâh. Birisi ona bir şey sorar, bir şey söyler, o da kendi içinden cevap verirdi, konuşurdu ama sadece kendi içinden konuşurdu.

-Ee nereye gidiyoruz?

Nereye gidiyoruz deyince Agâh bir irkildi “Ne yani? Şimdi bu da mı benimle gelecek?” diye düşündü. Çünkü Agâh lise ikiden beri tek başına olmaya alışmıştı. O zamandan beri her şeyi tek başına yapıyordu, tek başına yaşıyordu, tek başına var olmaya çalışıyordu. Agâh o gün yaşadığı şeyi arkasında bırakabilseydi belki bugün böyle olmazdı. “Keşke yaşadığım her şeyi arkamda bıraksam. Keşke dünüm sadece dünümde kalsa. Keşke geçmiş sırtımdaki bir yük olmaktan çıkıp sadece ‘geçmiş olsa’ ama geçmiyor ve geçecek gibi de değil” diye düşündü. Öyle ki bu durum onu bu hale sokmuştu ve bu halde onu bir hiç olmaya zorlamıştı. Liseden mezun olduğu günü hatırladı. O boş bakan gözleri, hayret içindeki yüzleri. O kadar korkunç bir manzaraydı ki aklından hiç çıkmıyordu. Agâh o gün anlamıştı, eğer hayata karşı hiçbir şey yapmadan yaşarsa bir hiçlik olacağını. Neydi peki onu bu denli üzen şey? Lise ikide yaşadığı acı verici olaydan sonra sustu Agâh. Gencecik yaşında hayata yenilgiyi kabullendi, gencecik yaşında eylemsiz kalırsa üzülmeyeceğini anladı, o da öyle yaptı. Her konuda mükemmel bir şekilde eylemsiz kaldı ama sonucunun bu olacağını hiç tahmin etmemişti. Koca bir hiç olmak!


Agâh susmadan önce annesinin içine aşıladığı umutla çok coşkulu, sevecen, sıcakkanlı, pozitif, rengarenk bir insan olarak yaşıyordu. Herkese kendini sevdirmişti. Öğretmenlerine, sınıf arkadaşlarına, idareye… Okuldaki herkes severdi onu, sonra sustu. Tekrar konuşacağını bilmeden sustu. Agâh başarılı bir öğrenciydi, sustuktan sonra da öyle oldu. Okuldan birincilikle mezun oldu. Öğretmenler hariç, herkes bu yüzden şoke olmuştu. Okullarının birincilikle okulu bitirenlerin ismini bir kütüğe çakmak gibi bir gelenekleri vardı. Agah kürsüye çıktı, başı dik bir şekilde ismini kütüğe çaktı ve herkese bir göz attı. O gün sadece bir hiç olduğunu değil, eğer varlığını insanlara hissettirmeye çalışmazsa onların umurlarında bile olmadığını anlamıştı. O gün “Nasıl oldu da bunca sene, ben selam vermezsem bana selam bile vermeyecek insanlarla muhatap oldum? Nasıl ben yanlarına gitmezsem, adımı bile hatırlamayacak insanlarla ilişki kurdum?” diye düşünmüştü. Elif'in sesiyle irkildi.

-Nereye gidiyoruz söylemeyecek misin?

Agah oyuna başlamanın sırası geldiğini düşünüp içinden cevap verdi.

‘Hürrem Dayı evine.’

Bir süre sessizlik oluştu, ikisi de konuşmadı. Sessizliğin ardından Elif lafa girdi;

-Arkandan bağırdım duymadın mı? Telefon numaranı istemiştim. Kampüsü hiç bilmiyorum, geçen sene kayıt olmaya bir kere gelmiştim doğrusu ama o zaman da baya aramıştım öğrenci işlerini.

Agah oyuna devam etti.

‘Ne salaksın sen ya, tabela var, harita var baksana, kör müsün?’

-Tabelalara baktım ama hiçbir şey anlamadım.


‘Belli oluyor zaten, salak bir tipin vardı.’


-Bir şey sormak istiyorum ama çekiniyorum açıkçası. Bir rahatsızlığınız mı var?


‘Sana ne ya! Ne sünepe şey çıktın sen.’


Agah soruyu duyduktan sonra yüzünü asmaya başladı. Elif bunu görünce biraz pişman oldu.


-Kusura bakmayın, kabalık etmek değildi amacım, sadece merak ettim. Çarşıya geldik, siz nerede ineceksiniz? Orada bırakayım sizi.


Agah eliyle dur işareti yaptı. Elif durdu. Agah inmek üzereyken sordu.


-Hangi bölümde okuyorsunuz? Bana bir yardımcı olsanız hiçbir yeri bilmiyorum kampüste.


Agah içinden, “Ben de bilmiyordum zamanında, ben nasıl bulduysam, alıştıysam öyle bul, alış. Beni bağlamaz.” diye düşündü. Arabadan İndi, kapıyı kapattı ve gitti. Agah'ın gidişinin üstüne Elif, “İnsan biraz minnet eyler, yardımcı olur. Bu ne biçim insan böyle, hırçın ve acımasız.” diye düşündü. Sahi, öyle mi olmalıydı? İşte insan denen varlığın ne kadar adi olduğunu gösteren bir işaret daha: Karşılık bekleyerek yardım etmek. Ne yani, birisine yardım edince bize kul köle mi olmalı ya da minnet mi eylemeli? Ne kadar kaba bir düşünce bu böyle denilebilir ama öyle mi gerçekten? Bir düşünsenize; birisi size yardım ediyor ve bunun üstüne size borçlu olduğunu hissettiriyor, bunu ima ediyor. Bu doğru bir şey midir? Yani ben şunu bunu bilmem. Yardım eden kişi ona borçlu hissetmemi istiyorsa yardım etmesin. Ben bugüne kadar her şeyi atlattım, elbette her zaman tek başıma değildim ama istisnalar kaideyi bozmaz.


Agah çantasını sırtına attı ve ara sokaklardan birine girdi hemen, yolu hatırlamaya çalışıyordu. Yolu buldu ve yürümeye başladı, kısa süre zarfında da eve gelmişti. Bahçe kapısı açıktı, bahçeden içeriye girdi ama evin kapısı açık değildi.


-Hay sikeyim böyle işi ya! Ne yapacağım? Hiçbir yere gidecek tadım yok. Eve gideyim de uyuyayım hiç değilse.


Agah ara sokaktan çıktı, eski belediye iş hanına doğru yürümeye başladı. Oradan binerdi genellikle. Yolda yürürken ettiği kavga geldi aklına. Keşke onu oracıkta boğsaydım, diye düşündü. Geçen senelerde bir film çıkmıştı, üç aptal mıydı, üç salak mıydı, öyle bir şeydi ismi. Sinemaya gidip izlemiştim, bir cümle geçiyordu içinde, baya bir dikkate almıştım bu sözü. Şöyle diyordu: Yarından bu kadar korku duyarsan bugünü nasıl yaşarsın? Epey bir sarmıştı bu söz o gün beni. Kendi kendime sormuştum: Yarından korkuyor muyum? Yo, hayır, yarından korkmuyorum ama yarına dair bir umudum da yok. Yıllardır istediğim, Tanrıdan rica ettiğim, dua ettiğim, yalvardığım o mucizenin, o güzel şeyin artık yarın geleceğine inanmıyorum. Sanırım bu durum biraz da inançla alakalı. Ya ben tam inanmıyorum ya da yüce Tanrı beni bütün bu kötülükler arasında kirlenmiş görüyor. Kötü yanı da o ya. Ben hala temiz miyim yoksa benim de ruhum kirlendi mi hiç bilmiyorum. Agah durağa geldi. Durağın önünde bir elektrik kutusu vardı, onu üstüne oturdu dolmuşu beklemeye başladı. Dolmuşu beklerken etrafı seyretmeye koyuldu. Vızır vızırdı ortalık. Bu kadar olayın, bu kadar kırgınlığın, bu kadar üzüntünün içinde insanlar nasıl, nasıl olurda bütün hızıyla hayata devam edebiliyorlardı? Nasıl? Elbet bunun bir sırrı olmalıydı. Sonra Agah yoldan geçen birinin yüzüne baktı. Her zaman olduğundan daha da iyi okumaya başladı onların yüzlerini. Bir süre sonra fark etti ki kimse bu kadar kırgınlıkla ve üzüntüyle yaşamıyordu. Belki de hayat dediğimiz şey buydu: En sonunda bütün kırgınlıklarımız ve üzüntülerimizle yok olup gitmek. Agah'ın içini bir anda bir korku sardı: Ya ben de bu kırgınlık ve üzüntülerle yok olup gidersem! Zaten bende fazlasıyla var bunlardan. Ne yaparım bu kadar şeyi öbür dünyada? Keşke insan dertlerini aklında ya da kalbinde taşısa da sadece ruhuna ulaşmasa. Dertlerimiz ruhumuza ulaşınca kabirde kalmıyorlar zira. İnsan bu kadar yükle nasıl yaşayabilir? Ah Tanrım! Bunalıyorum bu dünyadan, hem de her zerremle. Artık güzel bir şeyler olsun istiyorum. Buna fazlasıyla ihtiyacım var. Bu güzel şeyi kendimde arayamam çünkü ben de kendimden çok izler var, yaralar var. Ruhumu, kalbimi ve aklımı kaplayan yaralar ama şükürler olsun ki insanın unutma yetisi var. Gerçi her şeyi unutuyor muyum bilmiyorum? Daha çok hatırlıyor gibiyim. Kötü anılarımı. İnsan kötü anılarını daha kolay hatırlar çünkü canınızı yakan şeyleri unutmak daha zordur zira iz bırakır sizde. Bu böyledir her zaman, inkar edilemez. Mutlu anlar sadece o anlarda kalır. Yani mutluluğun kötü anlardan çabuk unutulmasının nedeni budur: Anda yaşamak. Uzaktan dolmuşun geldiğini gören Agah elektrik kutusunun üstünden indi, dolmuş gelince de dolmuşa bindi. Dolmuşa bindiğinde fark etti ki üniversiteye gittiği dolmuşa binmişti tekrar çünkü şoförü hatırlamıştı. Tekrar bir öğrenci parası verip oturacak yer aradı ama bulamadı. Umursamadı. Şoförü görünce hafif bir melankoli haline geldi Agah. Eve gidip bir önce uyumak hissi geldi.

 

Her halükarda ne olursa olsun Agah'ın bu hali insanı şaşırtıyor. Çünkü insanlardan bu denli izole olmasına rağmen ve hayata karşı mükemmel bir şekilde eylemsiz olmasına rağmen yine evine hüzünlü bir şekilde dönüyordu. Aslında bunu anlamak biraz zor. Yani bir düşünsenize; hayata karşı hiçbir eyleminiz yok, yarına uyanamama endişeniz yok, hiçbir şeye ölesiye bağlı değilsiniz ve tek amacınız yalnız ve rahat bırakılmak. Yani insanlara bir şey yapmıyorsunuz, onlarla dalga geçmiyorsunuz, kalplerini kırmıyorsunuz hatta isimlerini bile bilmiyorsunuz ama onlar sizinle uğraşacak bir şeyler buluyorlar mutlaka. Bu hiç adil değil. Yani bu böyledir. Susarsan dilsiz derler, çok konuşursan geveze derler, çok seversen enayi derler, çok güvenirsen aptal derler… Yani bu böyle sürer gider ama kimse susarsan derdinden sustu demez, çok konuşursan anlatmaya çalıştığı bir şey var demez, çok seversen saf yürekliymiş demez, çok güvenirsen güvenmek istiyor demez. Bu hep böyledir ve böyle de olacaktır çünkü insan dünya üzerindeki her şey için en kötü, en iğrenç parazittir. Bu anlaması hem zor hem de üzücü bir durum Agah için ama yine de onu ayakta tutan şey umursamazlığı, aynı zamanda dipsiz pis bir kuyuya benzettiği içini durmadan dolduran şey de bu.

Agah eve geldiğinin farkına vardı, bir an önce evine gidip uyumak istiyordu. Tekrardan kapıya yaklaştı ama bu sefer sessiz kalmadı, eliyle dur işareti yaptı. Dolmuş durunca Agah inerken bu sefer şoförün gözlerinin içine bakarak indi. Şoförün bu sefer gözü korktu, bir şey diyemedi. Agah eve doğru yürümeye başladı. Yürürken ‘Cips mi alsam acaba?’ diye düşündü. Elini cebine attı, sadece 5 lirası vardı. Bu parayla yarın üniversiteye anca gider gelirim zaten, diye düşündü. Cips almaktan vazgeçti, sadece yürüdü. Gün boyunca yaptığı ve yapabileceği en şeyin bu olduğunu düşünerek.

Agah o sabah evine yürürken sanki hava daha bir karanlıktı, rüzgar daha bir sert esiyordu ve güneş, yüzünü Agah'a göstermek istemiyor gibiydi. İçinde bir ürperti vardı. Sanki tanrılar nefretini Agah'ın üzerine kusmaya hazırlanıyordu. İçinde bir ürperti vardı Agah'ın, niye böyle ürperdiğini anlayamamış olsa da. Mahalleye doğru yaklaştığı sırada sabah kavga ettiği çocuğu gördüğünü sandı. Hayır, hayır bu oydu. Bir an durdu ve onu izlemeye koyuldu. Mahalleyi turluyordu, uzaktan onu takip etmeye başladı, belli ki onu bekliyordu. Evinin yakınlarına geldiğinde serserinin arkadaşlarını da gördü. Apartman kapısını açmaya çalışıyorlardı. Agah'ın kafasında şimşekler çaktı.

-Nerden buldu bunlar benim evimi? Onlardan korkmuyorum ama evime girdiklerinde eşyalarımı çalabilirler. Müdahale etmeliyim.

 

Öyle birden aralarına atlarsa hem kaçabilirlerdi hem de hepsine birden bir ders veremezdi.

Kapıyı açabileceklerini sanmıyordu çünkü daha önce apartmana üç defa hırsız girdiği için son model bir kilit taktırılmıştı. Agah kafasından ufak bir plan yaptı ve “Nereden bela oldu bunlar benim başıma?” diye düşündü. Apartmanda yaşlı bir teyze vardı, Agah'ı çok severdi, Agah da ona her zaman yardım ederdi. Kapıyı açamadığında onu arardı o da kapıyı açardı. Telefonunu cebinden çıkardı ve yaşlı teyzeyi aradı:

-Efendim yavrum, kapıyı mı açamadın? Dur açıyorum. Ben de diyordum kim bu aşağıda kapıyla uğraşan. Açtım gel hadi. Dedi ve telefonu kapattı.

Serseri ve arkadaşları ne olduğunu anlamadı. Kapının açılması üzerine serseri bir keyif sigarası yaktı ve “Şimdi ayvayı yedin Agah” dedi. Ama halbuki ayvayı yiyen kendisi ve arkadaşlarıydı. Agah koşarak kapıya doğru gitti. Hemen kapıyı açtı ve içeri girdi. Serseri ve arkadaşları henüz evine çıkmamıştı. Merdiven boşluğundan sesleri geliyordu:

-Ee ne yapacağız?

-Ne yapacağızı var mı ulan salak! İçeri gireceğiz, ateşe verip kaçacağız.

-Neyle yakacağız akıl küpü?

-Oğlum biriniz de gaz falan getiremedi mi? Ne konuştuk sizinle telefonda? Yemin ediyorum bir avuç malsınız!

-Kendin getirseydin o zaman amına kodumun puştu. Şimdi yakalanırsak görürüm ben seni. Hem nasıl gireceğiz eve? Hadi apartman kapısı şans eseri açıldı da girdik, eve nasıl gireceğiz?

-Kapıyı kırarız ne olacak, ben o heriften intikamımı ne olursa olsun alıcam.

Agah merdiven başına oturmuş onları dinliyordu. Serseri ve arkadaşları merdivenden çıkacakları sıra Agah'ı gördüler. Hepsi dondu kaldı. Agah ayağa kalktı ve ceketini çıkardı. Yavaş yavaş aşağıya doğru merdivenlerden inmeye başladı. Serseri,

-Gel bakalım, gel. Geleceğin varsa göreceğin de var.

Agah serserinin kendine doğru geldiğini görünce merdivenden aşağı onun üstüne doğru atladı. Karanlıkta ne olduğu anlaşılmıyordu ama serserinin arkadaşları ürkmüştü ve bir kenara çekilmişlerdi. Karanlığın içinden serseri, ne bakıyorsunuz ulan gelsenize, diye bağırdı. Hemen biri telefonunu çıkardı ve fenerini açtı. Agah serserinin üstündeydi ve boğazını sıkıyordu. Hemen Agah'a yapıştılar ve serserinin üstünden aldılar. Bu sefer avantaj serseriye geçmişti. Hemen ayağa kalktı ve bir yumruk attı Agah'a. Agah'ı serserinin arkadaşları tutuyordu. Serseri söze girdi.

-Bunun da bedelini ödeyeceksin Agah, yanına kalacağını sanma. Arayın şunun üstünü de anahtarını alın.

Serserinin arkadaşları Agah'ın üstünü aramaya başladı, o sırada da serseri bir sigara daha yaktı.

-Ne biçim apartman lan burası? O kadar ses oldu biri de çıkıp bakmıyor.

-Ne yani çıkıp baksalar daha mı iyi?

-Onu mu diyorum ben? Yüreklisin Agah. Hem de beş kişinin arasına dalacak kadar. Helal olsun doğrusu, ağzımı yüzümü de dağıttın. Boğazım hala acıyor ama sen de bunun bedelini ödeyeceksin.

-Al anahtarı.

Serseri anahtarı aldı, sigarayı ağzından çıkarıp bir baktı ve “Ödeyeceksin!” diye bağırdı. Sigarayı Agah'ın tam alnına bastı. Agah gözünü bile kırpmadı.

-Bak sen, sinirlendin mi sen? Üç kişi seni tutarken ne yapabilirsin ki?

Serseri cebinden küçük bir çakı çıkardı.

-Ne yapıyosun lan? Adamı mı keseceksin? Başımıza bela almayalım. Bir rahat dur.

-Bir sus la, bir sus amına koyayım! Bir uyarı çiziği atıcam sadece. Hem adam mı la bu? Amına kodumun piçi.

-Dur o zaman dur ağzını kapatalım da ses çıkarmasın.

-Gerek yok.

Agah tekrar serserinin annesine küfür ettiğini duyunca kendinden geçti. Onu tutanları tek hamlede savurdu. Önce serseriye bir yumruk vurdu sonra da arkadaşlarına döndü ama serserinin arkadaşları kaçıyordu hem de arkalarına bile bakmadan.

-Agah yaklaşma deşerim seni! Gözümü bile kırpmam. Arkam da sağlam, ceza bile almam. Yaklaşma!

Agah'a kapıyı açan yaşlı teyze aşağıya inmişti, olanları hayret içinde izliyordu.

-Agah aman oğlum gel buraya bırak gitsin, belasını Allah'ından bulsun, bırak oğlum sana bir şey olmasın.

-Bu mu la anan? Bunağın sözünü dinle istersen.

Agah yaşlı kadının sesini duyunca kafasını o tarafa çevirdi. Bunu fırsat bilen serseri Agah'ın yüzüne doğru bir hamle yaptı. Agah hemen kolunu siper etti, kolunda derin bir yara açıldı. Eğer kolunu siper etmeseydi gözüne denk gelebilirdi çakı. Agah'ın dikkati dağıldı. Eliyle açılan yarayı kapatmaya çalışıyordu. Agah'ın dikkatinin dağıldığını fark eden serseri bunu fırsat bilip çakısını bir kez daha savurdu ama bu sefer Agah serseriyi bileğinden tutup arkasına geçti ve çakıyı boğazına dayadı. Agah kendi kanının kokusunu aldı ve hemen gözü döndü. Serserinin elinden çakıyı tek hamlede aldı ve serseriyi yere yatırdı ardı ardına yumruklar savurmaya başladı. Bu boğuşmanın içinde yaşlı kadın Agah'a yapmaması için yalvarıyordu. Serseriyle boğuşurken karanlığa doğru sürüklendi Agah. Bir süre sonra ses kesildi ve Agah serseriyi sırtına almıştı. Kolunda da kocaman bir A harfi vardı. Agah serseriyi apartman kapısından dışarı attı. Yere sert bir şekilde düşen serseri çığlık attı. Ayağa kalktı ve etrafına bir baktı. Birçok kişi pencerelerden ikisine bakıyordu. Serserinin yüzü mosmordu ve kolu kanıyordu. Kolundaki yara Agah'ınki kadar derin değildi ama yine de acıyordu. Yalpalaya yalpalaya koşarak arabasına bindi ve kaçtı. Agah apartmana girdi, ceketini yerden alıp koluna bastırdı. Cebinden telefonu çıkarıp fenerini açtı. Anahtarını arıyordu. Hemencecik buldu. Anahtarını ararken fark etti ki her yer kan olmuştu. Buraları temizlemek lazım, diye düşündü ama önce kolunu sarması gerekiyordu. Agah yukarı çıkarken yaşlı kadın konuşmaya başladı.


-Agah özür dilerim oğlum, seni tuttuklarını gördüm ama korktum bir şey diyemedim. Çok özür dilerim yavrum kusuruma bakma. Gel yardım edeyim sana, kolunu saralım.

Yaşlı kadın Agah'a yalvaran gözlerle bakıyordu. Agah kadına dönüp gülümsedi ve sarıldı, sırtını sıvazladı. Birlikte yukarı, Agah'ın evine çıktılar. Kadının evi de hemen Agah'ın karşı dairesindeydi.

-Gel oğlum, kolunu saralım sonra merdivenleri temizlerim.

Agah kadının dairesine girdi, kadın Agah'ın koluna güzelce bir pansuman yaptı. Agah yaşlı kadının ellerini öpüp kendi dairesine geçti. Hemen bir kova ayarladı ve su doldurdu. Aşağıya indi ve yerleri paspasladı. Alnı hala acıyordu, izinin kalacağı da belliydi ama çok da umurunda değildi, sadece eve çıkıp bir an önce uyumak istiyordu. Yaşadığı onca şeyden sonra fiziksel yorgunluktan çok duygusal yorgunluk vardı üstünde. İşini bitirdikten sonra eve çıktı.

Neden bu insanlar hep bana böyle davranıyor? Ben onlara ne yaptım ki? İsimlerini bile bilmiyorum. Bir şeylere karşı eylemsiz kalınca duygusuz olduğumu sanıyorlar galiba ama iyi de, sessiz kalmam canımın acımadığı anlamına gelmez.

Agah bu düşünceler arasında kanepede uyuyakaldı. Gerçekten de öyleydi. Agah ona saldıranları tanımıyordu bile. Belki de sabahki alayı dikkate almasa bunlar olmayacaktı.

Agah serserinin kolunu kestiğine pişman olmuştu, dövdüğüne de. Karşısındakiler ne kadar vicdansız olsa da Agah vicdanlı bir insandı. Dostoyevski, “İnsan için vicdan özgürlüğü kadar çekici ama o kadar da azap verici bir şey yoktur…” diyordu. Öyleydi gerçekten. Agah pişmanlık ve azap içinde bir insandı.


Agah o gece uyandığında kolu acıyor ve her yeri ağrıyordu. Saate baktığında gece ikiyi on dört geçiyordu. Çekyattan doğruldu ve etrafına nedensizce baktı. “Keşke yanımda birisi olsaydı, keşke karanlıkta sandalyede birisi başucumda bekleseydi ama durum bu işte yalnızım ve yaralıyım. Yaralı ve hiçim.” Ne kadar çok yalnızlığın verdiği özgürlüğe körü körüne bağlı olsa da tek başına olması canını yakıyordu. Ayağa kalktı ve başı döndü, hemen geri oturdu. Oturduğunda kafasına feci bir ağrı saplandı. Sanki birisi beyninin içine bıçak saplamış, döndürüyordu. Alnındaki sigara yanığı, migrenini tetiklemiş olmalıydı. İçinden bir küfür savurdu ve başı ellerinin arasındayken tanrıya yalvardı.

-Tanrım, ne olursun bu acımı dindir ve artık bana güzel bir şeyler ver! Güzel bir şeyler olmasına ve bir mucizeye çok ihtiyacım var, lütfen Tanrım lütfen!

Agah, Tanrının ona bir mucize gönderdiğini bilmeden yalvarıyordu. Ayağa tekrar kalktı. Lavaboya doğru gitti, ışığı açtı, yüzüne su vurdu. Ardından bir ağrı kesici attı ve yatağa yattı. Agah çekyattan bozma yatağında acılar içinde yatarken Khaled Hossein'in bir sözünü hatırladı.

‘’Belki de tükenmişimdir. Bir şeyler için uğraşacak çabayı kendimde bulamıyorumdur. Benim de emek vermeden güzel giden şeylere ihtiyacım vardır. Beni bana geri vermek istiyorumdur." Gerçekten de öyleydi. Agah'ın güzel giden şeylere ihtiyacı vardı. Özellikle de bu saatlerde her şey için daha da kötü hissederdi kendini. Ama bir ehemmiyeti yoktu bu durumun çünkü Agah hayatını bu şekilde yaşardı genellikle: Her şey için hevesini yitirmiş, heyecanı hiç kalmamış bir biçimde. Agah yatağından sızlana sızlana kalktı.

-Kime sızlanıyorsun be mal. Evde tek başına yaşıyorsun, kimse yok yanında. Zaten göz var nizam var. Şu haline baksana bir, sıska çirkin bir tipin var. Kim bakar sana? Kim çeker seni bu bir göz odada?

Agah bu gibi düşüncelerle masasına doğru ilerledi. Sandalyesini çekti ve masa lambasını yaktı. Çekmecenin tek gözünden mavi kaplı, eskimiş bir defter çıkardı. Sayfalar arasında gezinmeye başladı. Dün gece kaldığı yeri buldu ve daktiloya bir kağıt koyduktan sonra yazmaya başladı:


BOŞVER

Ha sen bir fazla ben bir eksik olmuşum,

Ne fark eder?

Hepimiz aynıyız sonuçta:

Et, kemik, deri.

Sen gerisini boşver.

 

Sen aydınlık ben zifir olmuşum,

Ne olmuş yani?

Hepimizin içinde var bir şeyler:

Umut, kin, öfke, aşk.

Boşver sen bunları, dünya fani.


Agah bu şiiri yazdıktan sonra devam etmeye hevesi kalmamıştı. Ne uyumak, ne uyanık kalmak, ne de bir şeyler yapmak istiyordu. Eli masa lambasına gitti, lambayı kapattı ve karanlıkta öylece oturdu. Beyaz çiçekli tüllerin arasından gecenin zifirini bastıran sokak lambasının ışığı vuruyordu. Sigara içmezdi, alkol kullanmazdı ama o gece canı bir şişe votka ve bir paket sigara çekiyordu. İçinden hüngür hüngür ağlamak geldi ama bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini de gayet iyi biliyordu. Ayağa kalktı, gözlerinin bir süre karanlığa alışmasını bekledi. Gözleri karanlığa alıştıktan sonra girişteki askılığa doğru ilerledi. Koridordan geçerken mutfağa baktı, mutfak son derece temiz ve düzenliydi. Çocukluğundan beri evini hep böyle tasvir ederdi; küçük de olsa düzenli, güzel bir mutfak, tek göz olsa da çalışma masası, televizyonu, antika bir radyosu, antika bir daktilo ve büyük bir kitaplığın olduğu bir oda. Hayalinde tasvir ettiği evdeydi ama bu evin içindeki insanı böyle tasvir etmemişti. Agah askılıktaki ceketine uzandı, ceketi sırtına geçirdi. Sağ kolunu giyerken kolundaki yarayı hatırladı. Bir dikiş gerekebilirdi, aksi takdirde mikrop kapabilir ve iltihap oluşabilirdi. Antrenin üstüne koyduğu cüzdanını aldı ve sağ arka cebine koydu, anahtarı aldı çakmak cebine koydu. Evden çıkmak üzereyken bir anda geri döndü. Çalışma masasındaki tek göz çekmeceyi yerinden çıkardı ve arkasındaki gizli bir bölmede duran kelebeği alıp sol arka cebine koydu, ardından pencereye yaklaştı ve cüzdanını çıkarıp baktı; sadece beş lira vardı. Elini cebine attı, cebinde de beş lira vardı. Yatağının yanındaki çekmeceye yöneldi ve eğilip en alttaki çekmeceyi açtı, çekmeceden küçük cüzdanı aldı. Cüzdanda annesinin, kendisinin ve eski bir arkadaşının fotoğrafı vardı, ilk gözü açtı, içinde para yoktu.

Ayağa kalktı, cüzdanın içinden bir banka kartı aldı ve asıl kullandığı cüzdanının içine koydu. Cüzdanı yerine attıktan sonra çekmecenin kapağına sert bir tekme vurup kapattı. Dönüp şöyle bir odaya baktı, çekmece hala masanın üstündeydi. Çekmeceyi yerine koyduktan sonra bir kağıt aldı ve yazmaya başladı: Sütür iğnesi, sütür ipliği, tentürdiyot, gazlı bez, sargı bezi, novalgin. Kağıdı katlayıp cüzdanına koyduktan sonra kapıya doğru yürümeye başladı. Sürgüyü açtı ve dışarı çıktı. Merdivenlerden inerken apartmanın ışığı yandı, merdivenlerin birkaç basamağında hala kan vardı. Aşağıya indi ve apartman kapısını açıp dışarı çıktı. Kapı aralığından dışarıya bir göz attı, hiç kimse yoktu. Bu gece rahatım, diye düşündü. Ellerini ceketinin cebine sokup yürümeye başladı. Sokağın başına geldikten sonra müzik dinlemek istedi, elini iç cebine attı, kulaklığını ve mp3 müzik çalarını çıkardı. Biraz durduktan sonra vazgeçti. Kafasını gökyüzüne çevirip derin bir nefes aldı. Hava soğuktu, gökyüzü yıldızlarla doluydu, etraf sessizdi, sadece tren garından gelen ray sesleri vardı. Sokağın başında öylece durdu, gözlerini kapattı ve şehri dinlemeye başladı. Önünden hızlıca bir araba geçti, tren hala hareket ediyordu, rüzgar hafif hafif süratına vuruyordu, havada çok güzel bir koku vardı -pek de güzel değildi belki de ama o anın ambiyansı Agah'ın koku alma duyusunu değiştirmişti-, bu sefer gece onu zifiri ile boğup onu içine almıyordu. Agah birkaç dakika bu anın güzelliğini yaşadı. Gözlerini açtı ve köşedeki bakkala doğru ilerledi. Bakkala girip Camel marka sigarayı işaret etti. Bakkal,

-Hayırdır Agah sigara içmezsin, efkar mı tuttu?

Agah kafasını salladı ve masaya bir beş lira attı. Bakkaldan çıktıktan sonra fark etti ki sigarayı yakacak bir şey de yoktu. Tekrar bakkala girdi, bakkal efendi hemen bir kibrit uzattı, Agah gülümsedi, bakkal efendi de şaşkınlık içinde aynı şekilde karşılık verdi çünkü Agah'ın güldüğü çok görülmezdi. Agah elini arka cebine attı, bakkal efendi, "Gerek yok evladım, bir kibrit, ne olacak?" dedi. Agah başıyla selam verdikten sonra çıktı. Bakkalın hemen yanındaki karanlık sokağa girdi. Bu yol istasyona gidiyordu. Sigarayı çıkardı, hemen bir tane yaktı ve içine çekti. Hafif olmasa öksürürdü. Bu kapkaranlık sokakta ne bir sokak lambası ne bir ses, ne bir ışığı yanan ev, ne de bir kimse vardı, sadece Agah'ın sigarasının külü parlıyordu. Biraz yürüdükten sonra durdu ve etrafı tekrar dinledi, tren gitmişti, ray sesleri yoktu. Yavaş yavaş yürüdükten sonra sokağın sonuna geldi, biraz durduktan sonra ağzındaki sigarayı eline alıp eliyle külünü döktü ve sola döndü. Bu yol sola doğru biraz eğimli olmasına rağmen güzel görünüyordu ya da o an Agah'a güzel gelmişti. Köşedeki bakkal hala açıktı, hemen bakkalın arkasındaki evin kaldırımına çıktı. Kaldırım bozuktu, bazı yerlerinden otlar fışkırmıştı, bazı yerlerde beton, bazı yerlerde kaldırım taşı, bazı yerlerde ise sadece toprak ve kurumuş otlar vardı. Agah biraz yürüdükten sonra bir tren sesi daha duydu, adımlarını hızlandırdı, bir an önce istasyondaki üst geçide çıkıp orada bir sigara yakıp trenin gidişini izlemek istiyordu. Elindeki sigaranın neredeyse kül olduğunu fark etti ve yere attı. Hemen üst geçide geldi, bu geçit büyük bir ağacın biraz gerisinde başlıyor ve tren raylarının öbür tarafındaki ağaçlarla devam ederek tekrar aşağıya iniyordu. Agah tren istasyonlarıyla hep bir özel bağı varmış gibi hissederdi. Bu gar da onlardan biriydi. Hızlı hızlı merdivenleri çıktı. Merdiven basamaklarına bastıkça metalik bir güm sesi geliyordu, yani birinin üst geçitte olduğunu anlamak çok kolaydı. Agah geçidin en üst kısmına ulaşdığında tren de büyük bir gürültüyle geçidin altında durdu. Agah merdivenlerin başında biraz durdu ve nefeslendi. İç cebinden sigara paketini çıkardı ve bir sigarayı ağzına aldı ve kibritle yakmaya çalıştı ama geçidin üstü rüzgarlıydı ve kibrit hemen sönüyordu. Agah merdivenden birkaç basamak indi ve oturdu, hemen merdiveni kendine siper ettikten sonra bir kibrit yaktı, ardından da sigarayı. Ayağa kalktı, geri indiği birkaç basamağı tekrar çıktı ve yavaş yavaş yürümeye başladı hatta adeta ayaklarını sürüyordu. Agah geçidin yarısına geldiğinde durdu. Trenin kokpitinin durduğu yöne doğru arkasını döndü, dirseklerini korkuluklara koyup kafasını geriye attı, gözlerini kapadı ve ağzındaki sigaradan bir nefes çekti, sağ eliyle sigarayı aldı ve dumanı dışarı üfledi. Bu sırada aklına bir şiir geldi.


Gecenin bir vakti kahrın tutar bir cigara yakarsın,

Dumanını sen çekersin içine ateşi beni yakar,

Sana cigaranı yaktıran şey aldırmaz beni de yakar,

Ay senin gecene doğmaz ama karanlığı bende akar.

İsterim şu canım kaldırımlarda zamanım aksın,

Lakin en iyi dostlarım olan kaldırımlarda yürümez oldum,

Seni düşünürken kendimi yolun ortasında bulur oldum,

Kara sevdaya düştüm, gece gündüz sana gelir oldum.


Agah şiiri içinden tekrarlarken aşağıdaki görevlilerin konuşmaları kulağına çalınıyordu. Kokpitteki memur,

-Hadi allahaısmarladık, kendine iyi bak.

-Sen de kendine iyi bak, treni kullanırken uyuyakalma sakın.

Tren büyük bir sesle kalkışa geçti. Agah döndü ve trenin hızlı bir şekilde tren garından ayrılışını izlemeye koyuldu. Ray sesleri Agah'ın düşüncelerine karıştı. Agah yavaş yavaş ilerlemeye devam etti. Bütün bu seslerin içinde sanki bir huzura ermişti. Belki de ona ait olan en iyi yer buydu; hayatın bütün karmaşıklığı ve durmak bilmeyen zamanın ortasında sakin bir adam olarak yaşayıp gitmek. Ama yemin etmişti bir kere ve Agah'ın karakterinde sözünden dönmek yoktu. Susacaktı, 20 yıldır bildiği en iyi şeyi ve yaptığı en iyi şeyi yapacaktı, susacaktı. Aslında böyle de olmalı biraz. Her şeye karşı cevapsız kalacağını bildiğimiz şeyler için nefes harcamamalı ve susmalıyız. Ölüme, ayrılığa, maziye ve insan olmaya yapacak bir şey yoktur. Hepsini sadece yaşarsınız, o kadar, ötesi yok! Gideni döndürmeye çalışmanın, ölüyü hatırlayarak acı çekmenin, geçmişte yaşanmış ve önüne geçilemeyecek olaylarda takılı kalmanın ve insanı keni doğasına karşı gelmesinin bir faydası yoktur. Bırak, giden kendi yolunu bulsun, ölü toprakta çürüsün, geldiği yere geri dönsün, mazi sırttaki bir yük olmaktan çıksın, geçip gitsin ve bırak, bırak kendi doğana karşı gelmeyi! Sen busun, insansın en nihayetinde, nefret etmelisin, kin tutmalısın, intikam almalısın, iyiden umudunu kes. Şu dünyada iyi namına bir tek çocukluğun kaldı elinde. Agah bir şeyler düşünürken yine ziyan etmişti sigarayı. Hepsi kül olmuş, dökülmüştü. Bir sigara daha yakmak istemiyordu. Ellerini cebine soktu ve yürümeye devam etti. Birinci istasyon caddesinden şehrin tek çarşısı olan İsmet Paşa'ya çıkmayı planlıyordu. Eh, mutlaka açık bir eczane bulurum oralarda, diye düşündü. Agah bu gibi yürüyüşleri ara sıra yapardı, böyle havalarda, güzel hissettiği anlarda yollar onu kendisine çekerdi. İstasyonun önündeki göbeği geçince buraların hep canlı ve işlek olduğunu anlayabiliyordu insan. Yolun hemen sağında, İstasyon Çay Bahçesi adında bir çay bahçesi vardı, oradan itibaren başlıyordu hareketlilik. Bunu hissetmemek elde değildi. Sanki burada hava bile bir değişikti ama yine de Agah'a göre değildi. Agah 100 metre daha ilerledikten sonra sesler iyice çoğalmaya, yollar iyice hareketlenmeye başlıyordu. Bu tatava Agah'ın hoşuna gidecek cinsten değildi, hemen yolun karşısına geçip manavın yanındaki sokaktan sola döndü. Bu iki ana caddenin arasındaki yol şaşırtıcı derecede sakindi. Agah burada biraz yavaşladı. Kafasını kaldırdı ve etrafa bir baktı, sabahki olaydan sonra biraz da olsa paranoyaklaşmıştı. Her neyse, deyip kafasını kaldırdı ve yürümeye devam etti, hızlı adımlarla İsmet Paşa Caddesi'ne çıktı. gözleri fıldır fıldır bankamatik arıyordu. Fazlasıyla acıkmıştı, sabahtan beri ağzına tek lokma koymadan duruyordu. Kim bilir, açlıktan belki de ağzı kokuyordu. Agah ufak bir sırıttı; ulan, dedi içinden. Yakınlardaki ilk bankanın bankamatiğine yaklaştı, cüzdanını çıkardı ve banka kartını soktu. Şifreyi yazdıktan sonra hesabına giriş yaptı: 28.965 TL. Haneye 365 yazdı ve parayı aldı. Kartı da aldıktan sonra cüzdanına koydu ve iç ceplerinden birine koyup fermuarını çekti. 10 yaşından beri çalışıp kazandığı paranın üçte biri burdaydı. Geçen yaz annesi hastalanınca ameliyat olması gerekti, 12- 15 bin aralığında bir para lazımdı. Agah hiç düşünmeden parayı anında yollamıştı. Bu parayla bu şehirde 2 sene daha yaşayabilirdi. Hem çalışıyordu da, oradan da geliyordu 550- 600 arası bir şeyler. Agah biraz daha yürüdükten sonra ilerde bir dürümcüye girdi, bir masaya oturdu. Garsonlardan biri hemen bir menü getirdi. Menüden tek lavaş tavuk dürümü gösterip eliyle iki yaptı ve ayranı gösterip üç yaptı. Garson,

-Paket mi olacak abi?

Agah kafasını hayır anlamında salladı. Birkaç dakika sonra da dürümler geldi. Büyük bir iştahla yemeye başladı. Yerken ne kadar çok acıktığını anladı. Karnını doyurmuştu, şimdi ise sırada açık bir eczane bulmak vardı. Agah masadan kalktı, kasaya doğru yürüdü. Kasiyer masa numaranız kaç diye sorunca eliyle üç işareti yaptı. Hesabı ödedikten sonra dürümcüden çıktı ve İsmet Paşa Caddesi boyunca yürümeye başladı. Yol sonunda açık bir eczane buldu. İçeri girdi ve cüzdanından yazdığı listeyi çıkardı. Eczacı,

-Bunları ne için istiyorsunuz?

Agah ceketinin sağ kolunu sıyırdı ve sarılı olan yeri gösterdi. Eczacı hemen malzemeleri kattıktan sonra bir de öneride bulundu.

-Dilerseniz bir de saf alkol vereyim, temizlemesi kolay olur, hem de mikrop kapmaz.

Agah kafasını hayır anlamında sallayıp hesabı ödedikten sonra eczaneden çıktı. Lise birinci sınıfı sağlık meslek lisesinde okuduğu için bunları gayet iyi biliyordu, tentürdiyot yeterliydi. Zaten malzemelerin de ismini bu yüzden biliyordu. İç cebinden cüzdanını çıkardı ve kalan paraya baktı. Şimdiden elli lira harcamıştı. Biraz daha tutumlu olmalıyım, diye düşündü.

Cüzdanını iç cebine koyduktan sonra bir sigara daha yaktı ve evinin yolunu tuttu.