İnsan bir başkasıyla var oluyor. Başka birinin varlığıdır, var olduğumuzun kanıtı. Bizler yakın ilişkilere ihtiyaç duyan sosyal varlıklarız ve sosyal kimliğimizi var etmenin tek yolu da ilişkiler oluyor. Nasıl ki bir başkası olmadan ‘ben’den bahsedemiyorsak yine bir başkası olmadan sevdadan da söz etmek mümkün değil. Doğa aşkı, tasavvuf aşkı gibi söylemlerde bulunsak da aslında burada yine sevdalanılan şey bir nesneye dönüştürülmüş ve o nesne üzerinden ‘ben’ ile bir ilişki kurulmuştur. Sevda her zaman her kültürde kendisini göstermiş, birtakım önemli olaylara sebep olmuş yahut nesiller boyu taşınan acılı hikayelere, türkülere, şiirlere konu olmuştur. Tüm toplumlarda ‘sevda’ hakkında yapılabilecek evrensel bir tanım mümkün olabilse de yaşanış biçimi ve etkileri kültürlerce şekillenmekte. Araştırmalar bizlerin biyolojik olarak aşk için donatıldığımızı gösterse de kültürel farklılıklardan ötürü ‘sevda’ üstüne hemfikir olunamamış. Kendi kültürümüzde irdeleyecek olursak bizler toplulukçu bir kültürün getirileriyle yetiştik. Aidiyet ihtiyacımız bireyselleşmiş toplumlara göre kendini daha fazla gösteriyor. Üstelik henüz çocukken başlayan bu aidiyet ihtiyacı ebeveyne bağlanmada etkili oluyor ve bu da tüm yaşamımız boyunca ilişkilerimizi şekillendiriyor. Şimdiki ilişkileri gözlemlediğimizde yoğun bir biçimde ‘sahip olma’ ve ‘ait olma’ kavramlarıyla örtüştüğünü görürüz. Çok yakın olduğumuz ilişkilerde aslında tek başınalığımızın ağrılarını taşıyor ama uzaklaşamıyoruz. Devam etmek, tamamlamak için ısrarla çabalanıyor. Tamamlanma hissinin de evlilik olduğu zaman ya da çocuk yetiştirilmeye başlandığı zaman ya da çocuğa iyi bir gelecek sunulduğu zaman gibi uzun uzun sıralayabileceğimiz zamanlarda geleceği yanılgısına kapılıyoruz. Ve bu ihtimallerin peşinde koşarken kendimizden ya da olası başka ilişkilerden bir daha gidip alamayacağımız şekilde uzaklaşıyoruz. Tamamlanmış her şey mutlu olmaya yeterdi, öyle zannediliyordu. Oysa tamamlanmış her şey yalnızca tamamlanmış oluyordu. Bir kısmımız bunu reddedip ardına bakmadan kaçmak istese de mantığı, toplum tarafından ona izin verilmediği için, bunu engeller. Bir kısmı ise hayatının cazibesini keşfettiğine inanır ve kendisini bu uğura adayıp kendisiyle beraber ona ait olduğunu düşündüğü ya da onun ait olduğunu düşündüğü kişiyi alıp düşünceleriyle kuşattığı kaleye yerleşir. Sonrasında bu kalede hapsolduklarını fark ettiklerindeyse birbirlerinin sönüp gidişlerini izlemekten başka yapacak bir şeyleri yoktur. Kirshenbaum, böylesi ilişkiler için güzel bir benzetme yapar. Çizgi filmlerdeki karakterlerin uçurumun kenarına kadar koştuğu ama aşağıya bakana dek havada asılı kaldığı anları bilirsiniz. Karakterimiz ancak aşağıda hiçbir şey olmadığını gördüğünde düşmeye başlar. Yolunda gitmeyen ilişkilerimiz için de durum böyledir. İlişkiyi tutan bir şey var mı diye altına bakmadığımızdan havada yaşanan sevdalarımız var. Bahsettiğimiz bu yalan sevdaların en büyük destekçileri kültürün şekillendirdiği ve kültürü şekillendiren şimdilerdeki yalan diziler olsa gerek. Biliyorsunuz ki orada hep kavuşmaya çalışan çiftler, kavuşunca da sorundan soruna atlayan hikayeler, yıllardır süregelen aynı tesadüfi karşılaşmalar ve hep aynı sonlar. Ya bir düğün masasında oluyor finalimiz ya da bir mezarlıkta. Bir dakika ya, ‘ya benimsin ya kara toprağın’ kalıbını yeterince eleştirmemiş miydik?