Bütün mesele boşluğu doldurmak sanırım. Ruhundaki, cebindeki, evindeki, velhasıl irili ufaklı hepsini. Peki, hangi boşluk cazipse onu mu dolduruyor insan, yoksa büyük bir dirayet ile arzular içinde hapsolduğu boşluğu mu doldurmaya gidiyor, diye sordu kendine. Bunun kişiden kişiye değişeceği apaçık ortada gibi görünse de kökeninde belki de fazla ''aynı''lıktan kaynaklanan bir yönelimin eseriydi seçimler. Bir anda kafasının mengene gibi bir alet içinde sıkıştığını hissetti. Bu his yabancı değildi. Kendisini çıkmaz sokaklara attığında ayağına gelen bir armağan, bundan kurtulmasına yardım edecekti. Bu armağana ulaşmak için gereken işaret fişeği patlamıştı artık.
Durdu, her zamanki gibi armağanın mekanizmasını harekete geçirdi. Bu mekanizma geçmişten süregelen işaretlerin ''aynı'' olmasından ötürü değişikliğe imkan tanımayan, B planı olmayan bir sistemdi. Ve çalıştırdı. Kafasını gövdesinden ayırdı, kutusuna koydu. Bu sayede tüm insanlığın sahip olmak isteyip olamadığı şey onun oluyordu. Düşüncelerin hepsinden, bir an olsun hepsinden arınmak. Sanırım düşünsel bazda ulaşılabilecek en üst mertebeye, en şaşalı noktaya ulaşmak buydu. Ne kadar huzur doluydu; adeta basit bir kağıdı tam ortadan ikiye katlamak gibi.
Şimdi bu süreç nerede bitecekti? Ta ki birisi onu bulup kafasını yerine takmayı akıl ettiği zaman bitecekti. Acelesi olan bir iş gibi görünmüyordu pek.
Akan zamanı kendince durdurmaya çalışma isteği bir karşı koyma eyleminden ziyade en mutlu ana kilitlenmek ya da yeni umutsuzluklardan korunma isteği değil miydi? Kafasından ayrılmadan önceki en son hali pek de en mutlu anı sayılmayacağına göre, neyi durdurmak için bu hamleyi yapardı insan? Sadece dolduramadığını düşündüğü boşluklardan sakınmak için kafasını bir yabancının merhametine bırakmak ne denli akılcıydı? Belki de değildi. Saçmalamaktan korkmayan birinin hayatı ile oynadığı basit bir oyun olabilirdi. Ya da gam yüklü bir baykuşun son ötüşleri.