Şöyle ki feryat ve canımı burnumdan soluduğum anki bakışlarım, durduramadığım düşüncelerimin üstünde dört nala koşan atlar, sebepsiz yere adımlarımın hızlanışı, bu hızlanışla beraber ayaklarımın altında kalan, atmosferin içinde yeni filizlenmiş ve yaşamak için hevesi kursağında kalan küçük kır papatyaları, kollarımın bedenimden ayrı savruluşları, bunların bütününü taşıdığım için içimde duyduğum karmaşık hisler... Ben aslında içime dünyaları sığdırırdım, dedim kendi kendime. Eğer içimde şu galaksiler büyüklüğünde dağlar olmasaydı. Bir evim olsun isterdim ormanın içinde, göllere ve denizlere yakın. Hep sonbahar, her akşam yaktığımız ateşle serinletmek isterdim ruhumu. Belki beni anlayan bir kalp sarardı sıcaklığıyla bedenimi. Üstüne basıp geçtiğim şu aciz ve masum papatyalar gibi heveslenmiştim ben de atmosferin içinde beni umutla dolduran oksijeni ciğerlerime indirdikçe. Bakışlarım hala donuk. Yüzümdeki kaslar güçsüzleşti iyice, bacaklarım da artık ellerim gibi kontrolümün uzağında, kendi bağımsızlığına tutunmuş, ideolojisi çürük bir millet gibi çarpık hareket ederken onlardır aslında çiçekleri ezen. İçimdeki dağlar beni, ayaklarım papatyaları ezerken kafamdan geçen şu ev hayali. Tamamen zorlanmaya başlıyor ve terliyorumdur.
Susadım. Çevresinde onun için akan sular varken bu suları, yeni bir projeyle baraja hapsedilmiş ve bu suyu onun köklerine ulaştırabilmeyi kendisine vazife edinmiş bir insanın, vergisi ve parası karşılığında bu sulardan faydalanacağını bilmeyen bir ağaç gibi susamışım. Benim olanın bana gelmesi ne de meşakkatliymiş meğerse. Bu ağacınsa suyu getiren kişiye olan minnettarlığı, bir sonraki mevsimde dallarındaki tüm meyveleri alabilmek için onu köklerinden oynatacak kadar sarstığı vakit sona ermiş. Ama ben önceden öğrendim minnet duymamayı. Ben de bu ağaç gibi kaldım ilk önce, bunlar kendi kontrolünde olmuyor tabii ki. Zaman düşüncelerini çoğaltacaktır, kendisini teslim edene kadar. Ve sonra o da içine dünyaları sığdırabilecektir içinde galaksiden büyük dağlar olmasa...