Kentin kaldırımını yorgan yaptı kendine. Pis ve puslu havasını perde olarak kullanıyordu şehrin. Kente vücudu, şehre ise gizliliği emanetti. Onlar da zaten emaneten bakıyorlardı, çünkü ikisi de istemezdi kendi “etik değerleri”nin kendileri tarafından yıkılıp başkaları tarafından ayıplanmasına. Ha, kendileri yıkıp kendileri ayıplarlarsa dipteki buzdu bu soğukluk.


İnsanların soğukluğu, havanın soğukluğu, kaldırımın soğukluğu ve en çok da vücudunun soğukluğu onu uyutuyordu ama uyuyamazdı; kendi açtı, kardeşi açtı, annesi açtı ya da belki bir daha uyanmayıp babası gibi terk edecekti parayı-pulu, açlığı-tokluğu, iradeyi-içgüdüyü, dünyayı-ahireti, korkaklığa-cesurluğu ve yükselecekti kulluktan tanrılığa... Son kez denedi silik varlığını var etmeyi. Ama olmadı, başaramadı.


Gözleri ezberlediği gri manzaranın ötesine geçti. Belki de fâni gözün de ötesine. Yaşadığı tekdüze gri renk skalası aksine bembeyazdı duvarlar, aydınlıktı kocaman odalar. Neden bu kadar büyüktü duvarlar, kaç insan üst üste binip gelirdi ki bu hal makyajlı odalara? Duvardaki tuvallerin büyüklüğü daha ilginçti. Nasıl yaptı ressamlar onları? Bir değil iki değil onlarca vardı o büyüklerden. Çok gerçekti resimler-fotoğraflar. Elini kaldırsa erişebilir miydi acaba? Elini kaldırdı ümitle. Parayla dönen düzen misali parmaklarının üstüne çiktı, dizi kırık. Uzattı parmaklarını var olma mücadelesi ermişçesine, tuvalin en üstüne.


Birden kulakları sağır eden bir ses duyuldu. “Sanatın anlaşılabilirliğini" savunan ve aynı düşünceyi şiddetle savunanların, “üst insan”ının masaya çarpan ince kadehinin koyulmasıydı bu ses.


Beyni dağıldı, tuvallere sıçradı “üst insan”ın şarabı. Yere yığıldı büsbütün yaradılamadı bu sefer, tekrar dönen “varlık gerçek ligi’ndeki yokluğa. Önüne yattığı dükkånn sahibinin sövüşleri eşliğinde uyandı. Kendi tasarladığı ölümü izlemek-yaşamak epey terletmişti onu. Onu terleten şey ölüm mü yoksa yok oluş düşüncesi miydi?