Kasıklarımın arası terden ve sıcaktan pişik olmuştu, sağ ayağımın altındaki mantar nemden ve terlemekten olsa gerek iyice azmıştı. Bazen kendimi, sağ ayağımın altını bir tahtaya yada sandalye kenarına deli gibi sürterken buluyordum. Kasıklarımın arası o kadar acıyordu ki, her adım attığımda, pantolonum bacağımdaki kıllara sürttüğünde çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum. İçimden elime buzları alıp tüm taşaklarıma ve bacaklarıma süresim geliyordu. Her gün bir diğerinin aynısıydı, sabah kalkıyor fabrikaya geliyor, güzelce herkesi selamlıyor, amirime biraz yağcılık yapıyor(içimden küfür ederek

) ve tüm gün sürekli meşgulmüşüm izlenimi veriyordum. İş hayatını erken çözmüştüm, önemli olan ne kadar iş yaptığınız değildi, önemli olan ne kadar çok iş yaptığınızı zannetmelerini sağlamaktı. Bu konuda bir profesyoneldim. Fabrika sahibi arada bir gelip kontrol etse aslında çok fazla kişiyi işe aldığını ve bunlardan birçoğunun hiçbir şey yapmadığını fark etmesi an meselesi olurdu. Birçok kişi olmadan birçok iş aslında yürütülebilir. Belki fabrika sahibi de bunun bilincindedir, belki bilerek göz ardı ediyor, iyilik yaptığını düşünüp vicdan rahatlatıyor ya da çok parası olduğu için birkaç işçi maaşı fazla vermek onun için çok da önem ifade etmiyordur. Ben ise zenginden alıp kendime para verdiğim için(hem de hiçbir şey yapmayıp)kendimi robin hood gibi hissediyordum. Kahrolsun patronlar yaşasın çalışmayan işçiler.


Her gün bir diğerinin aynısıydı, haftanın 6 günü 8er saat, hepsi birbirinin aynısı süregelen saatler. Tik tak tik tak tik tak... Sürekli bir günü bitirip bir an önce evime varmak istiyordum, sonra yolun ortasında durup lanet olsun yarın da bugünün aynısı ne diye acele ediyorum diyerek yavaşça yürümeye başlıyordum. Tam işten çıkış saatimde hayatı durdurmak istiyordum. Tam o anda, bir sonraki iş gününe olan en uzak dakikada. Ama sıçtığımın zamanı durmuyordu, hatta şerefsizin teki gibi işte çok yavaş, hayattan keyif alırken çok daha hızlı geçiyordu. Dediğim gibi her günüm bir diğerinin aynısı, işe git, işten gel, bir bira kap, ayağını sandalyenin bacağına sürt, yemeğini ye, biraz televizyon izle, gücünü bulabilirsen sikini kaldır ve kadınını aynı pozisyonda becer. Hayat çok monotonlaşmıştı, artık tek pozisyonda sevişebiliyordum tabi iktirdarı birazcık bile olsa ele geçirebilirsem.


Çok sıkıldığım günleri hatırlıyorum, saatlerin geçmek bilmediği, sürekli kafamda kaç dakika kaldığını hesapladığım günleri. Gerçekten bezmiştim, bir şeyleri değiştirmem gerekiyordu en azından gücümün yettiklerini. Ben de amirimi arayıp lanet fabrika yemeklerinin beni zehirlediğini ve hastaneye kaldırıldığımı iki üç gün gelemeyeceğimi söyledim. Amir geçmiş olsun bile demek yerine en erken ne zaman işe dönebileceğimi sordu ve ben de eşine bir daha çiçek almasından önce döneceğimi söyledim(emin olun bu çok uzun bir süreydi), telefonu yüzüme kapattı. Şimdiden günüm daha eğlenceli geçmeye başlamıştı. Kendime güzel bir kahvaltı hazırlayıp ardından kendimi sokağa attım. Giydiğim şorttan havanın bacaklarımın arasını okşadığını ve acının yerini(pişik acıları) tamamen özgürlüğün ve rüzgarın dansına bıraktığını hissettim. Hava sanki daha da serin, rüzgar daha da kuvvetliydi. Sahile doğru yürümeye başladım, güneş tepemden vuruyor sağ tarafımdan ailelerin ve gençlerin belli belirsiz konuşması geliyor ve tam karşımda upuzun sıra dağlar duruyordu. Bir sigara yakıp, uzun uzun içtim. Ardından bir tane daha içtim ve akşama kadar aylak aylak yürüdüm. Hem de ayağımın altındaki kaşıntıyı hiç hissetmeden.


Akşam şehrin ışıkları yanmaya başlarken kendimi bir bara attım ve barmene soğuk bir bira getirmesini söyledim. Kana kana biramı içtim. Birkaç bira daha yuvarladıktan sonra saate bakma ihtiyacı hissettim. Ah eski alışkanlıklar, bir yerlerde görmüştüm, bilim adamları(bir bilim adamı ve işkenceci arasında çok az fark vardır) bir sineği bir bardağa kapatıyorlar. Günlerce bardakta duran sinek üzerinden bardak çekilse bile, bardağın sınırlarını geçmeden uçuyordu. Bir farkımız yoktu, bir farkım yoktu. Sinek olmaktan gocunduğum da yoktu, beni tek üzen sineği bilim için beni ise para için kaba koymalarıydı. Sinek bana daha onurlu gelmişti. Bardan çıktım ve kadınımı aradım, ona benimle 20 dakikaya evde buluşmasını söyledim. Eve giderken sokaktaki çiçekçiden bir demet gül aldım. Evin kapısında beni ellerimde gül ile görünce şaşırdı, bir şey olup olmadığını sordu. Bende sadece üzerimdeki bardağı çektiler dedim, hiçbir şey anlamadı. Güzelce öpmeye ve onu soymaya başladım. Yatak odasına doğru ilerlerken onu iki kolumun arasına aldım ve dedim ''Hayatım bugün sen üstte olmak ister misin ? ''