Bazı filmler vardır, sadece izlemeyiz, onların içinde kayboluruz. Sahneler bittiğinde bile bir şeyler eksik kalmış gibi hissederiz; film gözümüzün önünden çekilse bile zihnimizin karanlık odasında yankılanmaya devam eder. Neden bazı sahneler bizi huzursuz eder? Neden bazı karakterlere ister istemez yakınlık duyar, bazılarından nedensizce kaçarız?
Psikanaliz, sinemayı yalnızca bir anlatı değil, bilinçdışımızın aynası olarak görmemizi sağlar. Freud, rüyaların bilinçdışının sahnesi olduğunu söylerken, sinemanın da benzer bir işlev gördüğünü fark etmemiş olabilir. Jung’un kolektif bilinçdışı kavramı, bizi birbirimize bağlayan mitleri, korkuları ve arketipleri açıklarken, sinemanın neden evrensel bir dil olduğunu da anlatıyordu. Lacan ise kimliğin, başkalarının bakışıyla nasıl şekillendiğini söylerken, yönetmenlerin bizi nasıl yönlendirdiğini de tarif ediyordu aslında.
Ama psikanalizi kuru teorilerle anlatmak yerine, gelin onu hissedelim. Bizi hiç rahat bırakmayan sahnelerden geçelim.
Göz, Kamera ve Hitchcock
Alfred Hitchcock’un sineması, gerilimi yalnızca olaylarla değil, görme ve görülme arasındaki ilişkiyle kurar. Rear Window (1954), yalnızca bir dedektiflik hikâyesi değildir; aynı zamanda izleme, gözetleme ve anlamlandırma üzerine bir sorgulamadır. Kahramanımız bir apartman boşluğundan hayatları izler, tıpkı bizim perdeden dünyaya bakmamız gibi. Ama burada önemli bir soru ortaya çıkar: Gözlemleyen kimdir? Biz mi, yoksa gözlendiğimizin farkında olmadığımız bir gerçeklik mi?
Vertigo (1958), yalnızca bir kimlik kaybı hikâyesi değil, geçmişle kurduğumuz bağın da bir yansımasıdır. Scottie, sevdiği kadının görüntüsüne tutunur, çünkü onu gerçekten tanıması imkânsızdır.
Psycho (1960), korku sinemasının en çok incelenen filmlerinden biridir. Norman Bates’in annesiyle kurduğu ilişki, Freud’un kişilik yapısı (id, ego, süperego) bağlamında yorumlanabilir. Annesinin sesiyle konuşan bir adam, kendi kimliğini kaybetmiştir. Ama asıl ürkütücü olan, bizim de bazen başkalarının bakışıyla şekillenmemiz değil mi?
Bergman’ın Aynaları
Ingmar Bergman’ın filmleri, yüzlere yakından bakar. Onun kamerası yalnızca olayları değil, ruhun derinliklerini çeker. Persona (1966), iki kadının zamanla birbirine dönüşmesini anlatırken, benlik dediğimiz şeyin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Film, Jung’un arketipleriyle ilişkilendirilebilir, ancak aynı zamanda bireysel kimlik krizlerine dair daha geniş bir sorgulamadır.
The Silence (1963), iletişimsizlik ve bilinçdışı korkuların dile getirilmeden anlatılması açısından Lacan’ın “dil ve bilinçdışı” teorileriyle ilişkilendirilebilir. Ancak film, yalnızca psikanalitik bir okumayla sınırlanamayacak kadar derin bir anlatıya sahiptir.
David Lynch: Rüya mı, Gerçek mi?
David Lynch’in sineması, bilinçdışı ile gerçeklik arasındaki sınırları muğlaklaştırır. Mulholland Drive (2001), yalnızca bir rüya anlatısı değil, zihnin kendisiyle olan mücadelesidir. Film boyunca parçalanmış anlatılar, belirsiz karakterler ve zaman içinde kaybolan kimlikler izleriz. Freud’un rüya yorumu kavramı bu dünyayı anlamlandırmak için bir araç olabilir, ancak film kesin bir çözüme ulaşmaz; çünkü Lynch, izleyiciyi de bilinçdışı bir yolculuğa çıkarır.
Lynch’in Blue Velvet (1986) filminde, güneşli bir kasabanın altındaki çürümüşlük ortaya çıkar. Tıpkı bilinçdışımız gibi … Film, Freud’un bastırma kavramıyla ilişkilendirilebilir ve aynı zamanda Amerikan taşrasına dair bir sosyolojik eleştiri de sunar.
The Truman Show: Gerçeklikten Kaçış Mümkün mü?
Gerçekten kaçabilir miyiz? The Truman Show (1998), yalnızca bir adamın hayatının sahte olduğunu keşfetmesiyle ilgili değil, bizim de inandığımız gerçekliklerin ne kadar sahici olduğunu sorgulamamıza neden olur.
Film, Lacan’ın “simgesel düzen” kavramıyla ilişkilendirilebilir. Truman’ın yaşadığı dünya, ona dayatılmış bir gerçekliktir ve o, bu düzenin farkına vardığında özgürleşmeye çalışır. Ancak bu özgürlük, “Gerçek” (the Real) ile yüzleşmeyi gerektirir. The Truman Show, bireyin özgür iradesi, medya ve modern toplumun gerçeklik algısı üzerine varoluşsal bir sorgulama sunar.
Sinema yalnızca bizim izlediğimiz bir şey değildir; o da bize bakar. Bizi gözlemler, yargılar, bazen de kendi bilinçdışımızı önümüze serer. Bergman’ın yüzleri, Hitchcock’un gözetleyen gözleri, Lynch’in rüya gibi sekansları… Bunlar yalnızca film sahneleri değildir, kendimizle karşılaştığımız anlardır.
Belki de bazı filmleri unutamamızın nedeni, aslında onların bizi seyretmesidir.