Şimdi kafamı çıkardım bir pencereden. Odanın karanlığından sonra bir ışığa ihtiyaç duyduğumdan mıdır nedir rüzgârın suratımda tokattan ziyade jilet edasıyla dolanmasına izin verdim. Bu çilehaneden hallice odamdan kaç gündür hayata karışmak için çıkmadığımı bilmiyorum. Zaman algılarım olabildiğince kaymış ve depremlere gebe bir zemine yayılmış durumda. Hala kirli bardaklarda kahve kalıntıları var. Gözlerime aynadan bakmaya korkuyorum. Perçinmiş bedenim ne kadar soluksa, gözlerim bir o kadar kırmızı. Elbette kırmızılıklar korkutmuyor beni sadece. O gözlerin bana neler düşündüreceğini, saf beni bir yansımadan görmeyi şimdilik reddediyorum. Filmlerdeki siyah beyaz geçmişe ait görüntülerin canlanmasını istemiyorum sadece. Kafamı geri soktum içeriye. İntihar düşünceleri beynimde gezindikten hemen sonra. Devamlılığını tahmin etmek zor değil. Yüzümü yeterince okşayınca rüzgâr, ayaklarım soğuk peteğe dayanır, sonrasında gövdem ileriye atılırdı. Beyinden “Saldır!” emrini almış bir asker edasıyla. Korktum yine. Küçük arafım bana yaşamı seçtirdi. İçerdeyim artık.
Zeminde binbir çeşit kâğıtlar dolu. Kimisi sarı, kimisi beyaz. Karalanmış bazıları. Bazılarında bir şeyler yazılmaya çalışılmış ama nafile. Hangi kelimeyi seçmem gerektiği konusunda yine kendimce amatör denemeler yapmışım da tatmin edememişim kendimi. Ezip geçiyorum her birini çıplak ayağımla. Geride bırakanlar beni, ben onları. Bu devran böyledir çünkü. Acısı bir yerden çıkacaksa varsın onlardan çıksın. Zaten acı olmasaydı ne ben burada olurdum ne de onlar zeminde.
Her neyse.
Her neyse. İki kelime. Sırttaki yükleri yokmuşçasına sayan bir uyuşturucu. Sanki hiçbiri olmamış gibi yoluma devam ediyorum bu iki kelimeyi de önüme alarak. Kelimeler, anlamlar, cümleler… Bunları düşünmeye takatim dahi yok. Altın vuruş ufukta. Geçelim.
Şimdi odamdan çıktım. Ev boş. Yine de sessiz davranıp parmak uçlarıma basarak mutfağa ilerliyorum. Buzdolabında beni cezbedecek bir şey yok. Sahi kaç gündür ne yiyorum? Midem artık beyaz bayrağı sallar vaziyette. Aldırmıyorum. Yine en büyük işkenceyi kendime yapıyorum. Dedim ya birileri bazı şeylerin bedelini ödemeli. Midem ve kâğıtlar bu kendimce yarattığım bedel ödeyecekler kervanının en başında.
Salon ayrı bir hüznün odağı. Geçmişin kokusu, kahkahalar eşliğinde yenilen yemeklerin, kahve sohbetlerinin, gıybetlerin hala izlerini taşıyor. Yemek masasında boylu boyunca uzanan örtü artık toz bağlamış durumda. Farkındayım bu kirli yalnızlığın. Markette bir reyonda sıkışmış plastik kapların, kimyevi maddelerin çıkaramayacağı bir türden kir. Görmezden geliyorum havada kendilerince ayin yapan toz parçacıklarını. Bir küçük ışık hüzmesi etrafında semalarını tamamlasınlar. Bu evde, en azından, artık birileri bir şeyleri tamamlasın. Salon da beni kendine bağlamadı. “Ne çok acı var” derdi Zarifoğlu. Bu salonu görse cümlesini “Ne çok anı var” diye değiştirirdi.
Dışarı çıkma fikri dahi midemi bulandırmaya yetiyor. Zaten son savaşından mağlup ayrılmış midem, içindekileriyle beraber kendini olağan gücüyle bir klozetin içine boşaltmak istiyor. Ben de bunu beynimde dolaşan fikirlerle destekliyorum bir bakıma. Yine de bir süre sonra dinginliğini koruyor, dışarı çıkmıyorum çünkü. Yolların bana ne getireceğini artık umursamıyorum. Yol demek insan demek. Her insan bir yaraya tekabül ediyor sözlüğümde. Her yara da bildiğiniz şeyler işte. Anlamsız bir savaşın ortasında süngüsüne boyun eğer bir asker gibi kalıyorum. Gece vakti haberi olmadan, babası tarafından terkedilen ve geliş yollarını gözetlemekten çocukluğu pencere başında yitirilen bir çocuk gibi. Baba saatler sonra geliyor gelmesine ama çocuk büyüyor işte. Savaş da bitmesine bitiyor ama askerin göğsündeki yaralara hanginiz em olabilir ki?
Şimdilik en azından kapıyı açma cesaretini gösterebildim. Kapatıp tersine kaçsam ya bu evden, nasıl olur? Ev. Herkesin kendince kaçış yöntemi, güvenli bölgesi olurken tarih boyunca bana keder oluyor. Çatısız bir ev hayal ediyorum tabi orada mevsimler hep yaz. Denize nazır bir kulübe, ahşaptan. İki sallanan sandalye demeye kalmadan faturalar gözüme ilişti şimdi de. Üzerinde olan rakamlar değil beni bağlayan. Faturalar hala yaşadığımın göstergesi ve hayal kuramayacak kadar gerçekçi bir yaşamın içinde olmamın göstergeleri. Annemden bağımı kestikleri an itibariyle o gerçekçiliği iliklerime kadar hissettim. Belki de sizden daha çok ağladım rahmin sıcaklığından ayrılırken. Sizin boğazlarınızı oksijen yaktı, benimkini kaderim ve gerçekçiliğim.
Ne diyorduk? Ah, evet kapıyı açmıştım. Midemle olan savaşım daha bitmedi. Daha da zorlayacağım onu. Aldım paltomu üzerime, altımda terliklerim. İnsanların ne diyeceğini umursamayalı baya oldu zaten. Merdivenleri duvara dayana dayana iniyorum. Dedim ya depremlere gebe bir zeminde yer buldum kendime. Beynim küçük oyunların peşinde yine. Uzunca bir yolculuktan sonra demir kapının ardına çıkabiliyorum. Rüzgâr daha da sertleşti. İner inmez bir sigara. Seyre daldım insanları şimdi. Hangisinin arasına karışsam kendime daha kolay yer edinebilirim? Elbet vardır benim gibi düşünen bu milyar hayal kırıklığı arasında. Unutmayın ki hepimiz ilahi bir fabrika ürünleriyiz ve kusurlu bir mahsul olarak tek olamam bu dünyada. Ya da öyle mi?
Kendime bir park bulmalıyım. Bir parkın bankında tek başına oturmalıyım. Rüzgar sesleri ve ağaç yapraklarının arasında kamufle olmalıyım. Ben yalnızlığımın çevresine bir tuğla daha koymalıyım. İletişimsizliğimi taçlandırmalıyım.
Yukarda saydıklarımı bir bir yaptım. Yapılacaklar listesine harfiyen uydum. Küçükken de böyleydim. Annem tutuşturduğunda elime bir alışveriş listesi, yapardım, getirirdim her şeyi eksiksiz. Bir baş okşamasına tav olurdum hemen. Sonra büyüdüm. Artık listelerimi kendim hazırlamaya başladım. Listeleri önceden mandalinalar, elmalar, mevsime dair güzellikler doldururdu. Şimdi ise sonsuz boşluklar. “Yapılacaklar” başlığı altında herhangi bir tanıma uyduramadım kendimi. Yapılması gerekenleri karşıma alıp bir bir bahanelerimi sundum. Eh, benim yerime de yaşıyordur birileri, yapıyordur bir şeyler zaten. Yine de yaşayana hakkım helal olsun. Tadını çıkarsın bu âlemin, bundan sonra daha görülecek farklı bir âlem de yok zaten ileride.
Soğuk bank daha tenime nüfuz etmedi. Etrafı seyre dalarken bir çocuk düşüyor önümde. Annesi arkasından koşarak geliyor. Çocuk dizlerindeki yeni oluşan yaraları keşfederken bir yandan da kanına karışan toprak kalıntılarını temizliyor. Temizlemeye gerek yok çocuğum. Sona erken hazırlanırsın demeye kalmadan annesi tokadı patlatıyor bizimkine. Anneler bir bakıma böyledir zaten. Yarana tuz basmazlar ama tokat atarlar. Evlatlarının her düşüşlerine şahit olduklarında yaşadıkları dünyadan saniyelik kopuşun acısını çocuklarının pembe yanaklarından çıkarırlar. Çocuk ağlıyor “Anne” diye. Anne bağırıyor. Anne eşarbını düzeltiyor. Anne komşularının yanına gidiyor. Anne günlük dedikodu muhabbetine dalıyor komşularıyla. Çocuk hala ağlıyor. Çocuk büyüyor ve ilk yaralarını alıyor, kimse fark etmiyor.
Kolumda duran saatin küçük tiz sesiyle kendime geliyorum. Çocuğu bir kenara bıraktım şimdilik. Sol kolumu görebileceğim hizaya getirdiğimde saatin 17:00 olduğunu görüyorum. Memurlar ve çalışanların çoğu mutlu şimdi. Birkaç dakika sonra mesai sonrası sigaralarını yakıp, yol boyunca eş-dostla gün değerlendirilecek. Kimi astına sövecek, kimi üstünün yatağına girecek birkaç saat sonra. Modern köleler klişesinden uzağım bir o kadar. Köleliğin modernliği olmaz çünkü. Benim sallantıda olan zamanıma kimse pay biçmedi şu zamana kadar. O yüzden çalışmadım. Kendimi hiçbir zaman beş sene sonra bir yerde göremedim. Belki de ondan beni işe almadı hiçbiri. Hâlbuki yalanlar sıralasaydım o meşhur soru bana yöneltildiğinde şansım artabilirdi. Normalliğe daha da yaklaşıp, faturaların sadece rakamsal kısımlarıyla ilgilenebilirdim.
Artık ayaklarımdan vücuduma soğuk girmeye başladı. Hissizleşmeler de anında takip etti soğuğu. Geçen hafta kan öksüren bana göre oldukça cesur davrandım bugün. İlaçlarımı hep olması gerektiğinden fazla aldım. Pozitif bilimlerin babası olan Tıp’a karşı geldim her daim. O beyaz önlüklü insanlar sıralanırken karşımda daha çok öksürdüm. Denek faresi görmüşçesine bana bakan geleceğin şifacılarının tam üzerlerine öksürdüm. Bazı insanlardan bilimsel olarak da umutlarını kessinler diye. Şimdi hayattayım. Kan öksürmüyorum. Ciğerlerimdeki fazla kanın beynime sıçramasına çokça izin veriyorum.
Eve dönmek için hazırım. İçimden tanıdıklarımı görmemek için dualar ede ede yola koyuluyorum. Doğup büyüdüğünüz bir yerdeyseniz şayet böyle bir şeyin mümkün olmadığını siz de bilirsiniz. Birkaç tanıdık gözün acıyan gözlerle beni baştan aşağı süzüp, akşam muhabbetlerini “Ulan, neydi ne oldu bu çocuk da” demelerini inanın umursamıyorum. Sadece insanlar –hele ki sizi tanıyorlarsa- hayatınızda olur olmadık yetkinlikler sunarlar kendilerine. Kendilerine atadıkları yetkinliklerin içinde öyle bir kaybolurlar ki daha vücudunuzda ki hücreniz dahi bölünmeden onu bilmek, yorumlamak ve daha iyisini yapmak temalı nasihatler verirler. Nasihatler de bir insanın kendinden daha aciz birini gördüğünde kendini yüceltip, tatmin etmesinden başka bir şey değil midir?
Tabi ki insanlar görüldü, acıyan gözlerle vücudum taciz edildi ve nasihatler paltomun ceplerine sıkıştırıldı. Evet, sayemde insanların bu gece de şükredecek şeyleri oldu. Ne mutlu bana!
Eve döndüm. Ev hala soğuk. Odama çekildim bu sefer zemindeki kâğıtları kronolojik olarak sıraladım. Yepyeni bir sayfaya “SİZ HEP HAKLISINIZ” yazıp, sıraladığım kâğıtların en başına iliştirdim. Şimdi küvetimi doldurup, kırmızı bir suyla banyo yapmaya gidiyorum. Yatağıma hiç ulaşmadan dalınacak bir uykuya hazırım artık.
Hayır, bu sefer kafamı pencereden dışarı çıkarmadım.