Durmak bilmiyordu, henüz farkına varmadığı sanrılar eşiğinde sözcükler dilinden yuvarlanıp dökülüyordu zift kaplı döşemeye. Etrafındakiler şaşkınlıkla onu süzerken zihnindekilerin sese dönüştüğünden bihaberdi. Kırpıştırdığı kısa fakat gür kirpiklerinin arasında sakladığı -bundan gurur duyardı- sırlarının ortaya saçılmasından duyduğu korkunun kati suretle var olması, gerçekleşebilme ihtimali ile kıvranıyordu. Başını dayadığı kağıdı kalkmıştı, ardı küf dolu duvarda bıraktığı yağlı terini umursamayarak bir kadeh daha aldı.
Seyircilerden üç beş basamak yukarıda bulunan sahnede söylenilen Orta Çağ türküleri kulağını tırmalıyor, saksafonun tiz noktalarında beynini kemiren metal kazınmalardan kurtulmaya çalışıyordu. Dizinin titremesi yavaşlar gibi oldu. Saat 11'i vurduğunda salondan yaka paça atılacağından bihaber esrik bir gülümseme ile dans eden kadınları süzüyor, titreyen dudakları arasında döndürdüğü sigarayı yere fırlatıp 8 papele bir çingeneden aldığı, bir ölünün ayağından çalınmış olduğu kanısına vardığı eski rugan ayakkabılarıyla tabanına bir delik daha açmak suretiyle eziyordu.
İzmaritle birlikte ruhunu, karmaşık zihnini ve dikelmeye başlayan tüylerini de un ufak etti.
Yaşamak için çok geç kalmamış mıydı?
Ölüme yetişseydi belki de var olmak için bu kadar acı çekmezdi. Sanrılar arasında yok olmak, darağacında sallanmaktan daha asildi, demir iğneli kemer ile dövüldüğü çocukluğundan aklında kaldığı kadarıyla.
Yine çocukluğuna dönmüştü. Ne zaman ölümden bahsedecek olsa çocukluğunda bulurdu kendini. Ölmek için dua ettiği gecelerde, parkelere sıkıştırdığı minik başından akan kanlar içinde, yarın sabah uyanmamayı dinlerdi. Hıçkıra hıçkıra bitap bir halde uykunun kollarında esir düşerdi. Ve yine, uyandığı her sabah için yazgısına küfreder, bir daha nefes almamak için yardım dilerdi. Acı içinde dolan minik yeşil gözlerinde beliren kuytu karanlığın ardından iki yağmur tanesi düşer, pembeleşen yanaklarını sulardı. Çatlamış dudaklarını ıslatmak için aldığı bir yudum su ile dönerdi tekrar, her sabah korkunç bir kabus olmasına inanmak istediği fakat bir türlü tutunamadığı hayatına.
Ufak ve sarı tüylü, süt beyazı omuzlarına, bunca yük, hangi gardiyan tarafından yüklenmişti?
O, bu acıların altında ezilirken, büktüğü dizleri üzerindeki yaralar açılıyor, her bir yere vuruşunda kanayan kabukları yamamak istercesine ayağa kalkarken yüzünün büründüğü korkunç vaziyetle her bir yeni güne daha alışmaya çalışıyordu.
Alışmak, acıyı buzlu yapraklar altına gömmekti . Bu yüzden ölüm her aklına geldiğinde, ölmek için yalvardığı tanrısı ona çocukluğunu hatırlatıyordu.
Başını salladı, düşüncelerinden kurtulmak istercesine. Çocukluğu bir dönem manifestosuydu onun için. Kül oluşun ve tekrar varoluşun, belki de olamayışın dönemi.
Kapıdan giren kahverengi kemerli adamlar, birbirine karışan düşüncelerini dağıttı. Ona doğru yaklaştıklarını fark ettiği an yavaşça sandalyesinde doğruldu ve sırtını dikleştirdi. Paltosunu omuzlarına alırken bedenini sandalyeden ayırdı fakat kollarını geçirmeye fırsat bulamadan nasırlı bir eli ensesinde hissetti.
Yakasından onu çekiştiren adamı omzuna kadar görebiliyor, ayakta kalabilmek için sarf ettiği debelenme ile etraftaki masaları deviriyordu. Kapıya doğru sürüklenirken ellilerinin başında bir İngiliz kadının öfke dolu çığırmalarına, aşağılamalarına şahit oldu.
Sırtında hissettiği basınç ile kendini ıslak kaldırım taşlarında yüzükoyun buldu. Hemen toparlandı ve adamın arkasından fırlattığı fötrü güç bela kavradı. Çamura bulanmış şapkayı kavrayan parmaklarından kirli sular sızıyor, yalpalayarak birkaç adım atma cesaretinde bulunmuşken tekrar kaldırımı boyluyordu. Titreyen dizleri üzerinde durmaya ikinci yeltenişinde yanından hızla geçen bir taksinin fırlattığı su ile tepeden tırnağa ıslandı. Duvara dayandı, yavaş yavaş dibine çöktü. Dizlerinin arasına aldığı başı titriyor, su dolu ayakkabılarından gelen ses onu deli ediyordu. Tek bir zerresini hareket ettirecek gücü kalmamıştı. Onu sarhoş eden alkolün değil, düşüncelerinin tesiriydi. Sahi, bu kadar dolu bir kafa ile bir tavernaya gitmek, ancak onun yapabileceği türden bir ahmaklıktı!
Sindiği köşede bir öne bir geriye sarsılarak ağlamaya başladı. Parmakları ile sıkıştırdığı etleri mosmor olmuştu. 13 yaşından beri bu huya sahipti, ne zaman çıkmaza varsa, bileklerini sıkardı. Hayattan alamadığı hıncı canından almak ister gibi.
Kaç saat o nemli duvarın dibinde ağladı, kestiremiyordu. Kolunun altına sıkıştırdığı ıslak paltosunu çekiştiren ve çalmaya yeltenen bir sokak dilencisinin sesiyle uyandı. Ne olduğunu anlayamadan, yaşlı adam paltosunu kaptığı gibi çöplük ve esrar uyandıran ara sokaklardan birine daldı. Kokuşmuş adama hamle yapmaya fırsat bile bulamamıştı. Zonklayan başını kaldırmadan, burun kemerini sıktı. Doğrulmaya çalışırken sırtında hissettiği buza kesen serinlik, kazağının saatlerce ıslak bir biçimde onunla kaldığını aksettiriyordu. Esen bir rüzgarla, hafif bir soğukluk aldı. Ensesindeki tüyleri dikleşmiş, ateşten yanan başından bir haber ayağa kalktı. Bilekleri uyuşmuş, kamburlaşan belini düzelterek bir taşa tökezlemeden adımlamaya başladı. Şehrin üstünde yeni doğmaya başlayan, ufukta hafif kızıllığı ile beliren güneş, gözlerini kamaştırdı.
Belki de, Stephen haklıydı dediklerinde. O buraya, sokaklara aitti...
*https://www.youtube.com/watch?v=hn3wJ1_1Zsg