Kalbimde ince bir boşluk vardı.
Gürültüsüz bir rüzgar bu ince boşluktan sızarak boğazımda estiğinde, sel sularının bastırdığı bir şehirde bağıran insanlar gibi rüzgarın ucuna takılıp gitmemek için bağıran hislerimin uğultusu kaplardı zihnimi.
Uyumamı engellerdi.
O an, bunun bir çok nedeni vardı; yatmadan önce içtiğim dört fincan kafein yüklü kahve, yarım bıraktığım kitabın kalan kısmının nasıl sürdüğüne duyduğum merak, rahat hissetmemi engelleyen yünlü, kaşındıran giysiler.
Bilmiyordum.
Hayır, hayır. Biliyordum.
Daha doğrusu bilmiyor olmamın nedenini biliyordum.
Belki de bu çığlıklar hislerime değil, bana aitti.
Buna, kendi hayatında sokak lambası olmak denir.
Bir kaldırımda yürürken adımlarımın önüne düşen sarı ölgün ışık; bu ışık benim ve onlarca insanın yolunu aydınlatıyor ama düşüncede bir imge olarak var olmuyordu, hayallerini çizdiği tabloya bir sokak lambası çizmiyordu karanlık çöktüğünde bu ışığın izini sürenler.
Kendi hayatında sokak lambası olmak: orada olmak, yararlı olmak ama bunu görmemek, hayallerini oluşturan kartlar arasında karanlık, şekilsiz bir leke gibi yer almak.
Bu uğultunun yükseldiği yeri buldum, kalbimdeki ince kesiği ve bu rüzgarın estiği yönü.
Uğultu bendim. Her yardım sağladığında üzerini koyu renk bir kalemle karaladığım ben’den yükseliyordu bu bağırış.
Kalbimdeki ince boşluk, insanların kalbinde bir sancı duymaması için kendimi hırpaladığım bir anda farkında olarak bana ait olan kalbi kestiğimde oluştu.
Farkında olarak kesilen bir et, dalgınlıkla oluşan bir kesiğe göre daha ince, derin ve düzenli olurdu.
Esen rüzgar, insanların kurduğu cümlelerdi. Onlar uğrunda kestiğim yerdeki bu ince boşluktan içeri sızıyor, derine iniyor ve bana bir cümle söylüyordu: İnsanlar için her kendini feda ettiğinde, feda ettiğin yerin onlara ait olacağını unutma. İnsanlar, tükettikleri yiyeceklerin boş kalan kutularına çiçek ekmezler her zaman.