‘’Sonbahar geldi, takvimin değil, içinde yaşadığımız, ruhumuzla bir cüz’ü olduğumuz şehrin ve manzaranın sonbaharı…” Ahmet Hamdi Tanpınar
Yaza veda etmiş bedenlerimize çöken rehavetten kurtulmak sanırım imkânsız gibi bir şey. Güneş parlaklığını yitirmiş, sert ve kızgın hava saçlarımı savuruyor. Ellerim üşüyor hatta kızarıyor, donuyor. Yol kenarları bir avuç insanla doluyken köşede solmuş bir çiçek ağlıyor. Uzaklarda simitçilerin her seferinde bu son dediği simitlere yenisi ekleniyor, bir kadının şapkası kendini yere atıyor. Zaman eskisi gibi değil; daha rahat, daha hüzünlü. Yalnız şehrin kalabalık insanları bir güne sığdırılmış saatleri gün bitince anlıyor. Hâlbuki gün bitince başlar mı? Renkler ton atlıyor ve kuşlar denizin üstünde uçmayı unutmuş gibi sağa sola çırpınıyor. Pencere kenarında çaresizce oturan şair ise doymamış duygularını besliyor. Sebepsizce hem de, yaşamanın tadını alamamış insan cesetleri ruhlarına veda ediyor.
Sonbahar ölümün rengi; kurumuş ağaçların yaprakları kadar narin, rüzgârları kadar sert.
Leylekler de küser sonbahara, nereye giderler bilmem. Bu sonbahar son bahar değildi, hissediyorum. İçimde filizlenen, toprağımdan güç alan ağaçlarım gürleşmiş, meyve vermeye hazırlanıyorlar. Vefalı sonbahar kısa sürer.
Toprak sabırsız, yağmuru bekliyor. Bulutlar doğaya içini döküyor, yağmuru içine çeken toprağın rengi kızıla dönüyor. Şiir gibi sonbaharın, bitmeyen dörtlüğüyüm. Ne kadar uğraşsam da uyum sağlayamıyorum. Korkak bir katil gibiyim, acıyorum her ölüme. Anlamsız bir şarkı gibiyim ritmim hiç düzene girmemiş. Belki de böyledir sonbahar, değişmez suskun tavrıyla sakinleştirir. Issız yağmurların baskın sesi bir bakmışız sele dönmüş. Kuşlarda uğramaz oldu zaten. Eskimişti sonbahar.