Rüyama gelip, o gece içimdeki karanlığı gördüm demişti, karşımda dimdik otururken ve gözleri parlayarak.
Tuhaf bir geceydi, iyi hatırlıyorum. O gece ona bin bir türlü kızgınlıkla gitmiştim. Önceki gün ettiğimiz hararetli tartışma an be an aklımdaydı. Beni çılgına çevirmişti. Her söylediğimi reddediyor, onlar ve bizim için yaptığım fedakârlıkları göremiyordu. Gözleri saydamlaşmıştı sanki. Ne olduğunu anlayamıyor, yaptığını da kendime yediremiyordum. Yine de sabır… Her adamın sabrettiği bir zaman vardır, derdi babam. Hayatımda ilk kez onu dinliyor, ona hak veriyor ve sabrediyordum, gözlerinden hiçlik boşalan adama bakarken.
Dediğim gibi, o gece içimdeki karanlığı gördüm demişti. Onu daha önce üzülürken çok görmüştüm; ağlarken, kahkaha atarken yahut içlenirken...
Lakin kızdığını, bir şeylerin yahut bir şeyin ona usul usul dokunduğunu ve onun sesini çıkarmadan zamana boyun eğişini ilk kez görüyordum. Sakin biriydi, evet. Ona beni sorsanız, içimde lavlar taşıdığımı söylerdi sizlere yahut ellerimde demirlerle gezdiğimi. Ya onu bana sorsanız? Onun ellerinde bir şey olmazdı. Gözlerinde ve içinde günbegün taşacak denli bir şey taşıyamazdı. Her zaman yorgun görünür ve ince uzun parmaklarını durmaksızın ceplerinde taşırdı. Yürürken insanlara bakmazdı. Düşünür sanırdınız hep. Tanıdıkça hayret ederdiniz: Nesi var bu kadar düşünecek? diye.
Koskoca bir boşluktu. Sizi alıyor, dost olarak yahut sevgili olarak hayatının ilk basamağına yerleştiriyordu. Bunu bilerek yapıyordu, çünkü en üst basamağa bir anda yerleştirdikleri de olmuştu. Lakin benden yahut benim de tanıdığım birkaç kadından manzarayı görmemizi bekliyordu. Sanki onun içine girerek borçlanmıştık. Azar azar onu öğütmemizi, her basamak çıkışımızda hayatındaki bir olayı yahut insanı yahut da yaşananları göstermemizi istiyor ve karşımıza oturup sindirmemizi seyrediyordu. Çıldırmamıza, sıkılmamıza, darlanmamıza yahut öfkelenmemize aldırmadan ya da aldırdığını göstermeden.
Tuhaf biriydi. Onu gözlerine bakarak okuyamazdınız. Dünyada türlü türlü insan tanımıştım fakat onun gibisine ilk kez rastlıyordum. Misal, bir gece deli olduğuna yüzde yüz kanaat getiriyor, ertesi gün aklı karşısında şaşıp kalıyordum. Başka bir gün korkak diyordum, sırf korktuğundan böyle yapıyor. Sonra geliyor, benim içimde biriken hiddet nasıl dışarıya vuruyorsa, tıpkı beni taklit eder gibi hiddetini dışarıya vuruyor, onu zapt etmekte güçlük çekiyordum. Benimle dalga geçer gibiydi ama geçmiyordu, biliyordum yahut geçemezdi, bunu o da biliyordu.
Dediğim gibi, tuhaf bir geceydi. Beni arayıp misafirinin geldiğini söylemiş, içmeye davet etmişti. Oysa önceki gece kanlı bıçaklıydık. Gitmiş, hem ona hem de dostuna yapmam gerekeni yapmıştım. Birlikte oturmuş, türküler söylemiş, kadehlerimizi her tokuşturuşumuzda ağız dolusu kahkahalar fırlatmış ve içimizde alev alev yanan gençliği masaya kusmuştuk. Saatlerce oturmuş, türlü tartışmalar dâhil olmuş; aşka, dostluğa ve kedere dair söylevler etmiştik.
Musmutluydu. Hani mutluluk az kalırdı onun gözleri karşısında. Çünkü daha önce neler olduğunu yahut kimlerin geldiğini biliyordum. O gece kelimenin tam anlamıyla musmutluydu. Sessizliğine ve sakinliğine alıştığımız, bin bir taşkınlığımızı durduran, bizi babacan göğüsleyen adam, ilk kez o gece çocuk olmuş, gürültüyü, çocukluğu ve gençliği birkaç saate yedirmiş ve bizlere sunmuştu.
O saate kadar...
İşte o vakitte, gözlerinden ve ellerinden çıkan, gitgide büyüyen ve onun dahi zapt etmekte ilk defa zorlandığı şeyi görmüştüm. O, ihanetti...
Hayatta hiçbir şeyden gocunmaz görünürdü, her şeyi sırtlar, Sisifos’a etek giydirirdi. Lakin ihanet... İşte onun da zaafı buydu. İhaneti kaldıramıyor; uğradığında cinayetini işlemek için sabırsızlanan, saatin tiktaklarıyla kavgaya tutuşan yahut cinayeti işledikten sonra ölüyü görmek için çıldıran katillere benziyordu. Onu ilk kez böyle görmüştüm.
Kelimeler, düşünceler ruhundan akıp gidiyor, öfkesi vücuduna sığmıyordu. O an ne isterse yapacaktım fakat öyle bir isteği de yoktu. İçinde doluyor, boşalıyor, sonra tekrar doluyordu. Onu bu durumda görmek beni de harap etmişti.
İhanetin, onun içine uzun uzun ve ince ince işleyişi, kanını donduruşu beni hayrete düşürüyordu. Ne yaşamış olabilirdi ki? Neden bu kadar içerlenebilirdi? Hiçbir şeyde kılı kıpırdamayan, put gibi duran adamın bir anda bambaşka bir hâlete bürünmesinin nedeni ne olabilirdi?
Bilmiyorum, öğrenemedim.
Hayattaki birçok pişmanlığımdan birisi de budur.
Ben o gece, uykumda envai çeşit düşlerde gezinirken, o kendini küvetin içerisinde lime lime doğramış meğerse.
Sabah polisler söylemiş, inanmamıştım. Onu gördüğümde ise her bir çizginin ruhundaki ızdırabı nasıl temsil ettiğini görmüştüm. Vücudundaki her yer, resmen bir anıyı, bir olayı anlatıyordu. Bir ressam gibi kazımıştı kendini. Bana böyle bir şey yapabilir mi diye sorsalar, eminmiş gibi hayır derdim. Hayırı görmüştüm.
Üzüldüm mü? Ona da hayır. O iyi bir dosttu. Her ne kadar yanıp tutuşsak da, birbirimize ölesiye saldırıp, sonrasında kucaklaşsak da, anlaşılsak yahut anlaşılamasak da, o iyi bir dosttu.
(Hâkim, paslanmış gözlerini ovuşturarak tekrar karşısındaki adama baktı, sonra kâğıda döndü ve tek kelime etti: “İlginç.”)
(Bir garip öykünün ilk sahifesi. Devamı gelecek.)