Zamanın içinde hapsedildi. Tik tak. Saatin sesini kulaklarının içinde hissedebiliyor, her santiminde zamanın üstünden geçtiğini görebiliyordu. Dışarıdan gelen güneş fazlasıyla canını sıkıyor, ensesine yapışmış saçlarını tek tek yolmak istemesine sebep oluyordu. Bir kulağı diğerinden mutlaka daha büyük olmalıydı, sağ tarafından duyduğu yelkovanın hareket sesinin soldan gelen sesle aynı seviyede olması imkânsızdı. Duymamak için kulağını kesmeyi düşündü sonra. O ressam gibi. Belki kulaklarını yan yana koyar, hangisinin daha büyük olduğu, hangisinin kulağının diğerinden daha güzel olduğu, en önemlisi de hangisinin kulağının içine daha çok su dolacağına dair iddialara girer, belki kavga eder, belki de değiş tokuşa girişirlerdi. Tabii heyecanlandırdı bu hayal onu ama ensesindeki saçları yolmanın acısına dayanamazken kulağını yerinden çıkarmaya gücünün yeteceğini sanmıyordu. Kendisi istemeden kulağını yerinden etmek de epey terbiyesizce olurdu dürüst olmak gerekirse.

Saatin içine hapsedildi. Elbet tabii o da suçsuzdu, diğer tüm suçlular gibi. Vicdanıyla herhangi bir hesaplaşma yemeğine çıkmaya gerek duymaksızın biliyordu suçsuz olduğunu. Bu saatin içine delirmeye hapsedilmiş, her saat başında çalan amansız ses yüzünden bu hapishanede geçireceği her saniyenin farkında olması ona zorunlu kılınmıştı. Buraya girdiğinden beri zamanın her saniyesinin içinde yüzebildiğini hissediyor, olur olmadık yerlerde çığlık atarak insanları saat başı olduğuna inandırıyor, her bunu yapışında saatin içinde kalacağı süre de uzuyordu. Çok da fark etmezdi. Çıksa yapacağı herhangi bir şeyi burada yapamıyor değildi ki. Oldukça fazla düşünüyor, düşünmek sıkıcı bir hale gelmeye başladığında ise insanlara küfrediyordu. En büyük hobisi buydu, insanların iğrenç yüzlerine, çelimsiz vücutlarına, renksiz kalplerine, tatsız dillerine ve en çok da utanmayışlarına küfrediyordu. Kendisi de utanmadığını bilmiyor olamazdı elbette. İnsan olmanın prangasını kendinin de taşıdığı bilincinde, arada bir kendine de küfretmeyi unutmuyordu. Komik bir görüntüsü oluyordu dışarıdan izleyenler için bu anların, kendi yüzüne tükürmeye çalışıyor, bunun için yelkovanın üstüne oturup vücudunu aşağı sarkıtıyor, yüzünü yukarı dönerek tükürüyor ve tükürük tam alnının ortasına gelsin diye de epey çabalıyordu. Fark etmezdi zaten, etmeyeceğini biliyor ve elindeki bu listeden daha fazlasını yapma gereği de duymuyordu.

Saniyelerin içine hapsedildi. Zamandan korkmadığını söylemek doğru olur muydu? Zamandan pek de korkmazdı, zamansızlık daha karanlık gelirdi ona, daha hevessiz olurdu yaşamaya. Saatin içine onu koymayı akıl edenlere de pek kızmazdı bu yüzden, şu sesler de olmasa, bu insanın içini içinden çıkaran seslere mahkûm edilmiş olmasa burası rahat bir yer bile sayılabilirdi. Elini saatin camında dolaştırırken arkasında bıraktığı izleri izlemeye, saatlerin akışına tanık olmaya ve istediği gibi susabileceği bir alanı olmasına içten içe bayılırdı. Sıcak böylesine içini kemirmese, zamanın içinde huzurlu olmayı bile deneyebilirdi.

Sonsuzluğun içine hapsedildi. Günler geçerken orada öylece oturmaya alışmış, hatta oturmamanın verdiği yükü taşıyamaz olmuştu. Saçlarını yolmaya başlamanın en mantıklı çözüm olacağına karar verdi. Her gün bir tel kopararak ensesini rahatlatabileceğine ve tek tek ilerleyeceği bu yolculukta pek de acı çekmeyeceğine neredeyse emindi. Bir saç telinin acısını gözünde pek büyütmüyor, kulağını kesmekten çok daha kolay bir yöntem olacağına inanıyordu. Bir bir, hep aynı saatte, hep saat 7’yi 11 geçe saçından bir tel koparmaya başladı sonunda. Her gün aynı saatte, hep aynı yerden, hep aynı hızda bir tel kopardı. Ne sıcak azaldı, ne saçı ne de acısı. Her gün saçının azalmış olacağına umutsuzca inanıyor, her seferinde saçının olduğu yerde kaldığını fark edip kendi yüzüne tükürmek için kendisini ters döndürüyordu. Saniyelerin geçişine hapsolduğunu fark ediyordu, belki sürekli kendini hatırlatan sesler, sıcak ya da hep hatırlamak zorunda kalmış herkes kadar farkında olduğundan oluyordu tüm bunlar. Buydu burada olmasının en büyük sebebi. Unutamayacağı belli olunca, unutmasının mümkün olmayacağı bir yerde hapsetmek onu belki de unutmasını sağlamanın tek yoluydu saniyelerin nereye doğru aktığını, nereden geldiğini, nasıl yerlerinde öylece durduğunu. Her saniye kalbine bir hançer gibi saplanırken o gülemiyor, gülmelere engel oluyor ve en korkuncu da bunu kendinden başka herkesin kendisinin kadar gördüğünden emin bir şekilde, görüp de gülmeye devam edebildiklerine inanarak büyük bir hınçla kınıyordu. Başka türlüsü aklına bile gelmiyor, herkes kadar görebiliyor ve bu yüzden işlediği suçtan dolayı herkes kadar sonsuzluğa mahkûm ediliyordu. Ne olduğundan emin olmadığı bu sonsuzluk denen safsatanın bir konseptten fazlasını temsil etmediğini anlaması çok uzun sürmemişti. Günün birinde sonsuzluk bitmese de kendisinin biteceğini bildiğinden, en azından kendi kendine kapanacak olan bu algı sistemini yıkmak için şimdiden uğraşması gerekmediğini biliyordu. Kulağını kesmeme sebebi akacak kan değil, akan kanla beraber düşünme yetisinin yerini alacak bilinçsizliğin verdiği acı olacaktı. Bilinçsiz olmanın acısı ve korkusuna dayanamayarak sonsuzluğa katlanıyor, sonuçta sonsuzluğun da sonsuz olmadığını hatırladıkça saçından bir tel daha kopararak derin bir nefes alıyordu.