Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Rus rahip Grigoriy Petrov tarafından 1923 yılında Finlandiya hakkında yazılmış bir monografi. Petrov, rahip olmasının yanında iyi bir hatip ve öğretmen. Çağının en meşhur hatiplerinden biri. İncil’e bağlı kalarak dinin güncellenmesi gerektiğini söyleyen doğal olarak kiliseden çıkarılan ve sürgüne gönderilen cüretkâr bir rahip.


Eser ülkemizde 1928 yılında basılıyor. Basılır basılmaz da yoğun bir ilgiyle karşılanıyor. Malumunuz Mustafa Kemal Atatürk tarafından da askeri okullarda okutulması yönünde ricada bulunuluyor. Peki neden askeri okullarda? Kitabın içeriğinde askeri okulları veya askeri okul öğrencilerini ilgilendirecek, yönlendirecek ne bulunmakta? Atatürk neden öğretmen okullarında veya eğitim enstitülerinde değil de askeri okullarda okutulmasını önermiş? Sanırım cevabı öznellikten öteye gitmeyecek sorular. Bana göre Atatürk, ülkenin geleceğini ve rejimin garantörlüğünü askeri okul öğrencilerinde gördüğü için böyle bir yol seçti. Bir de rejim değişikliğinden önceki eğitim sisteminde “modern” diye nitelendirebileceğimiz tek eğitim kurumu askeri okullardı. Nispeten teknolojik ve tıbbi gelişmeler hep askeri okullar etrafında yaşanıyordu. Yenilikçilerin yetiştiği yer askeri okullardı. Dolayısıyla kurulan yeni ülkeyi ve rejimi savunacak yarının komutanlarının “bir ülke nasıl kurtulur?” sorusuna cevap veren eseri okuması gereği ortaya çıktı. Peki bu eser ne anlatıyordu? (Toptan Kitap, 2019, çev. Aybike Lisa Köroğlu)


Eserin merkezinde Finlandiyalı düşünür Johan Wilhem Snellman bulunmakta. Snellman felsefe öğretmenliğinin yanında Finlandiya eğitimi, kültürü, sosyolojisi hakkında teorileri ve çözüm önerileri olan biri. Çözüm önerilerini çeşitli gazete ve dergilerde yayımlamış ve belirli çevrelerin dikkatini çekmiş. Kısa süren bir sürgün hayatı yaşamış ama Rus tahtına çıkan II. Aleksandr döneminde hak ettiği değeri görmüş.


Snellman, elit kesim dışındaki halkın eğitilmesi, yeni alfabe ihitiyacı, demir yollarının geliştirilmesi gibi çeşitli konularda çalışmış. Senatoya seçildiği günden itibaren teoride savunduğu görüşlerinin hepsinin gerçekleşmesi için çırpınmış. Çoğunu da gerçekleştirmiş. Özellikle tarım ve iktisat alanındaki çalışmalarıyla Fin halkına yol göstermiş bir "yaşam mimarı".


Petrov, eserinde Snellman’ı idealize eder. Kendiyle Snellman’ı özleştirir. Snellman ve Finlandiya adeta bir ütopya halini alır. İlk bölümünde ideal vatandaşın nasıl olması gerektiğiyle ilgili çok önemli bir soru sorar: “Ülkemizde neyle yaşıyoruz, ülkemizin kaderinde nasıl bir rol oynuyoruz?” (sayfa 65) Hakikaten bu soru tüm vatandaşların kendine sorması gereken, hayatına yön verecek, belki de hayatını değiştirecek bir soru. Sanırım Petrov bizden bunu sorgulamamızı istiyor. Biz ne işe yarıyoruz? Yaptığımız iş birinin hayatını kolaylaştırıyor mu? Bir insanın hayatına dokunuyor mu? Bunun farkında mıyız?


Bu anlamlı ve düşündüren girişten sonra Petrov Finlandiya’yı tanıtmaya başlar. “Finliler de bahtımıza bataklıklar ve kayalıklar düştü, biz de burayı kültürel bir alana çevirdik, der.” (sayfa 74) İbn Haldun’un meşhur tespiti “coğrafya kaderdir” klişesine pek uymayan bir örnek. Nedense son zamanlarda özellikle olumsuz gelişmelerin altına yazılan bir yorum haline geldi Haldun’un tespiti. Nedense artık kestirme tespitlerle uzun uzadıya düşünülecek konuları iki kelimeyle hallediveriyoruz. Burada sorulması gereken soru şu: Zorlu coğrafyalar insanları nasıl etkiliyor? Zor şartlar insanları daha üretken mi yapıyor yoksa yıpratıp bir kenara mı atıyor?


Hepimizin tanımadan görmeden gıpta ettiği kuzey ülkelerinin özellikle İzlanda, Finlandiya, Norveç gibi ülkelerin coğrafi şartları ülkemize göre zor. Zaten coğrafyası, yaşamı, genetik kodları benzemeyen ülkelere öykünerek bir yere varabileceğimiz sanmak da ayrı bir konu. Peki, bu ülkelerin medeniyet seviyeleri, kültürel gelişmişlikleri zor coğrafi koşullar nedeniyle ortaya çıkmış olabilir mi? Elbette olabilir çünkü yüzlerce tanımı olan "kültür”ün en kapsamlı tanımlarından biri "insanın doğayla mücadele ederken ürettiği her şey"dir. Tabii ki sosyal bilimler kesin ifadeleri kaldırmaz ama görünen o ki zor şartlar insanları üretken yapar. Bu tespit yapıldıktan sonra akla özellikle sıcak ve kurak iklimlerde yaşayan insanlar ve o ülkelerin durumu geliyor. Demek ki müreffeh bir yaşamın ortaya çıkması için iklimin çeşidi de insanları etkiliyor. İstisnaları olsa da sanki soğuk iklimlerde yaşayan insanlar sıcak iklim insanına göre daha üretken oluyor. Sıcak, insanı bir nevi mayıştırıyor; aklını sulandırıyor. Soğuk diri tutuyor, üretken kılıyor. Tabii faraziye karşı çıkılacak pek çok kanıt sıralanabilir. Örneğin zikredilen ülkelerdeki mutsuzluk oranları, intihar vakaları söylenebilir. Kim bilir belki onlar da coğrafyanın insan üzerindeki etkilerinden biridir.


Yazar dolaştığı Fin şehirlerini anlatırken bu mamur şehirlerin alametifarikasının nereden geldiğini soruyor. Ve cevap olarak da eğitime yatırılan parayı işaret ediyor. Burada verdiği bir örnek de çok ilginç. “Hameenlinna’da altı bin kişi yaşıyor, iki tane otel var. Okul desen sürüsüne bereket.” (sayfa 79) Petrov’un bunları 1923 yılının Finlandiya’sında yazdığını tekrar hatırlatmak istiyorum. Ve eğitim sistemimizi bizimle hiçbir benzerliği bulunmayan ülkelerdeki seviyeye çıkarmaya çalışırken bunları da unutmamamız gerektiğini... Aynı aşamalardan geçmeden aynı bedelleri ödemeden yapılan birkaç "sistem" değişikliğiyle bir yere varamayacağımızı bilmemiz gerektiğini...

Unutamadığım bir anım var. Bir gün öğle arasında benden yaşça epey büyük bir meslektaşım "Batılı ülkelerde para var, para olduğu için de eğitime bu kadar para yatırıyorlar. O yüzden eğitimleri bu kadar yüksek." demişti. Ben de "Neredeyse tüm paralarını eğitime yatırdıkları için gelirleri yüksek olmasın?" diye sormuştum ama nafile. "Büyüğüm" bunun böyle olmadığını anlatmak için bayağı cümle sarf etmişti ama ben hayal kırıklığına uğramıştım. Mesleğinde otuz yılı devirmiş bir öğretmenin gelişmişlik düzeyinin neden-sonuç ilişkisini bu şekilde çözümlemesi beni şaşırtmıştı. Eserin eğitimle ilgili bölümlerini okurken aklımda hep bu cümle döndü durdu.


Petrov, 5'inci bölüme Snellman adını vermiş. Bu bölümde Snellman’ın en meşhur cümlelerini aktarmış. “Halk sizi her ay maaşınızı alıp akşamları restoranlarda pinekleyesiniz diye okutmadı.” Snellman bu cümleyi üniversite öğretmenlerine verdiği bir konferansta söylemiş. Ne kadar doğru bir ifade... Evet, her ne kadar hepimizin aileleri vergilerle milli eğitime katkıda bulunuyor olsa da hepimizin halkımıza ve vatandaşlarımıza borcu yok mu? Aldığımız eğitim kısa yoldan para kazanıp sonra keyif çatmak için mi verildi? Veya bir an önce bir devlet memurluğuna yerleşip hayatımızı garanti altına alıp tüm gece telefon veya bilgisayar başında pineklemek için miydi?


Snellman aydınları tokatlamaya devam ediyor: “Halkımızın tüm düşkünlüğü, cehaleti, edepsizliği, sarhoşluğu sizin yüzünüzden. Onu eğitecek olan sizlersiniz.” Bu hücumdan hemen kaçabiliriz. Halkın cehaletinde bizim ne gibi sorumluluğumuz olabilir? diye sorup kenara çekilebiliriz. Belki de haklıyız ama en azından yakın çevremizden başlayarak birilerinin hayatına dokunamaz mıyız? En azından çocuklarımızın tablet veya bilgisayar karşısında erimesini önleyemez miyiz?


9'uncu bölüm “Futbol” başlığını taşıyor. Fakat burada futbol övgüsü yok. Yine Snellman üzerinden futbolun Fin halkını oyalayacağı ve bireysel sporlara önem verilmesi gerektiği vurgulanıyor. Burada bir şeye daha dikkat çekmek istiyorum. Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu, "Atatürk’ün Yanı Başında" adlı anı kitabında kulüplerin iddia ettiğinin aksine Atatürk’ün futbola ilgi duymadığı, daha çok bireysel sporlara ilgi duyduğunu yazar. Sanırım Atatürk’ün kitabı tutmasındaki etkenlerden biri de vatandaşların futbol gibi meşgalelerden çok bilim ve sanatla meşgul olmalarını istemesidir.


Yazar, 10'uncu bölüm olan "Ebeveyn ve Çocuklar"da yine Snellman’dan alıntılar yaparak ideal bir anne babanın nasıl olması gerektiğini vurgular. Buradaki öğütler altın değerindedir. “Çocuğunuzun nasıl olmasını istiyorsanız öyle davranın. Çocuğu bataklıktaki kurbağa gibi yetiştirip kartal gibi uçmasını beklemeyin. Eğer çocuğunuzun dürüst olmasını istiyorsanız ona yalan söylemeyin. Çocuklarınıza size saygı göstereceği şekilde davranın. Sizde bulunmayan meziyetleri çocuğunuzdan beklemeyin.” (sayfa 120-121)


Kitabın 13'üncü bölümünden itibaren aslen İsveçli Papaz McDonald’ın eseri ve onun Fin halkı üzerindeki etkisi ayrıntılı bir biçimde ele alınır. Ve eser bu bölümle beraber sona erer.


Beyaz Zambaklar Ülkesinde, kalkınmamız ve gelişmemiz adına her şeyi bulabileceğimiz bir eser değil. Abartıldığı kadar da bize kılavuzluk edecek içeriğe de sahip değil. Yalnız bir halkın imkânsızlık içerisinde nasıl modern bir ülke kurduğuna dair bizlere örnek teşkil edecek bir yapıt. Atatürk’ün Bulgaristan askeri ataşelik tecrübesinden yansıyan bir öneri. Nitekim ilk baskısı da Bulgarcadan yapılmış bir çeviriden. Okurun kendini sorgulaması, ne işe yaradığını bilmesi, mesleğine ve kendine saygı göstermesi için yeterli bir umut kapısı.