neyim bilmem ki,

bir sürgünün solmuş ve çatlak dudaklarıyım belki

gömülü yatan saraylar ortasında

rastgele kıvranışlarla şüphelere sokulan

kendini soruların çeşmesinden akıtan

kendini israf eden

kuraklaşmış, niçinsiz bir avuç rü'ya için

kırlangıçların bir vaadi olduğuna inananların bileklerinde, bir zincir olup

sonra yaş hakka erince

kendini aramak istemiş

bilmem ki

bir leylak gibi efsunlar fışkırtarak

menkûş duvarlar arasında

öylece ölmüş bir şey miyim?


işte, korkularımdan tınılarla boşalan sözcüklerimi bekleyen

taze bahar yanılgıları, ve ölümler

ensemin kokusunu içine çeken

kocaman burunlarla, gözlerimi

bâvehim zihnime kayıtsız çehrelere uyandıran

aksak bir geçiciliği gözüme sokup duran

bu döngünün ekseninde

bilmem ki

durmadan gözüme sokulanı

yükseklere fırlatıp duran bir şey miyim?


şirin bir mezar taşına gölge olmaya çalışan

buz gibi bir meşe gölgesiyim belki

hâlinden bahtiyâr fakat, âmiyane acınası bakışlara maruz bir hayvan gibiyim kimi zaman

yıldızlarla boy ölçüşenlere alaycı bir gülüşüm

yeşilin silik bir tonuyum dal yapraklarında

nakışlı perde üzerinde raks eden ışığa bir imrenişim

alevden bir örgüyüm şiirin kafa derisine


öyle bir imrenişim ki

nakışlı perde üzerinde raks eden güneş ışığına

ve işte hakikatin yorgunluğuna secde eden

kadim şiirlere ve ardından

ifadeleri gözlerinde barındıran özleyiş bestekarlarına

öyle delice bir imrenişim ki

her harfi, bu perdenin nakışları gibi suretime nakışladım

şimdi o nakışlı bir perde

ben de nakışlı bir insanım

durmadan en areste, revnaklı giysilerle

durmadan...durmadan...

ve hiç efsunu bozulmadan

benim de suretimde raks ediyor güneş ışığı...