Bugün, uzun bir süre sonra ilk defa uzaklaşmak istedim bulunduğum şehirden. Yanıma birkaç parça eşya alıp kimseye herhangi bir şey demeden usulca gitmek geçti içimden. Dostlarımın benimle irtibat sağlayabilmeleri için ne bir adres ne de bir telefon numarası bırakmadan herkesin hayatından kaybolmak istedim. Sorumsuzluk demeden önce biraz dinle!
Dar geliyor artık bulunduğum her yer bana.
Belki buradan ayrılıp hiç bilmediğim bir şehirde yeni bir hayata başlarsam, havada yayılan duman misali, silinerek yok olur yüreğime kara leke gibi yapışan gamdan bozma şu huzursuzluk diye düşündüm. Yaşamak hevesim yeniden tazelenir. Güvensizliğim son bulur gittiğim yerlerde. Hiçbir kent, bu şehir kadar canımı yakmaz. Kırmaz, un ufak etmez beni şu yerde kırılmış şişler gibi, sandım. Sonra Moda’da buldum kendimi. Bir süre oturup, yüreğimi avuçlarının arasına alıp sıkan bu düşüncenin geçmesini bekledim, geçmedi. İçimde kabarık-şişerek büyüyen şu mutsuzluğu haykırarak dışarıya atmak için doldurdum ağzımı. Mutlu çiftler geçti yanımdan, sarhoşlar, gençler, yalnızlar... Aklıma gelişlerini sevdiğim... Yüzün tahayyül oldu gözlerimin önünde de geçmek bilmedi. Düğümlendi boğazım, ölü topraklarının altına gömdüm çığlıklarımı. Bastırdım mutsuzluğumu. Titreyen dudaklarımı ısırdım. Gizinde fazlasıyla kasavet barındıran ince bir tebessüm bıraktım gaibe. Ağlamamak için yumruklarımı sıkarken tırnaklarımın avuç içlerimde bıraktığı acıyla kendime geldim. Adından iddiasız bir poyraz esti ötelerden. Akmasın diye güç bela kirpiklerime kelepçelediğim birkaç damlayı kattı girdabına götürdü. Kurtardı beni ağlamanın ayıbından. Ölümü andıran sessizlik çöktü bulunduğum yere! Ürkütücü bir mezarlık sessizliği... Vapurlar geçti sonra, heybetli gemiler... Dalgaların elinde (tıpkı hacıyatmaz misali bir sağa bir sola devrilerek) oyuncak olan sandallara rastladım. Koca deniz ortasında nasıl da özgürdüler, nasıl kafa tutuyorlardı azgın dalgalara görmeni isterdim. İmrendim, çok imrendim ayakta kalma mücadelelerine. Biliyorum, bir insan vapura, gemiye, sandala nasıl imrenir diyeceksin. Hayatta birçok kez mağlup olmuşsan bir kuşun gökyüzünde kanat çırpmasına da imrenirsin... Bir çocuğun sebepsiz yere dışarıya savurduğu o tebessümü de olmak istersin canım. Güven bana!
Yalnız otururken mendil ve çay satan çocuklar geldi yanıma. Çakmak çakmak gözleri vardı. İçim yandı o haline. Elinde kalan mendilleri aldım, evine uğurladım onu. Çaya ne denli düşkünüm en iyi sen bilirsin. Ben içtim çaycı çocuk doldurdu, o doldurdu ben içtim. Biraz sohbet ettikten sonra uzaklaşarak kayboldu o da kalabalıklar arasında. İstanbul’un göğsüne yasladım başımı, en sevdiğin şiiri okudum usulca. Başımı kendi dizlerime dayadım.
Tıpkı arpacı kumrusu gibi düşündüm... Düşündüm.... Düşündüm... Ne bir netice ne de bir sonuç elde ettim. -Ki zaten kim düşünerek bir yere vardı da ben varacağım! Beyhude bir çabaydı işte benimkisi de! Gözüm daldı uzaklara. Önümde akan şu kalabalığın arasına karışıp ben de onlar gibi pervasız, vurdumduymaz olmak için neler yapmazdım ki! diye düşündüm. Böyle yaşamak, canımı okuyor canım.
Hayır! Bunu salt yalnızlık ya da tek başınalık olarak addetme lütfen. Bu gariplik... Böyle rezil bir çağda seni anlayabilecek bir tek insanın dahi yanında olmamasının kişiye boyun büktürdüğü... Çaresiz bırakarak garip koyduğu ahlaksız bir zamandan fazlası değil.
Nitekim, nihayetinde anladım ki bu dünyayla baş etmeye gücüm yetmeyecek benim. Artık kuş uçmayacak bir daha benim göğümde, çiçekler açmayacak göğsümde! O eski neşemden eser de kalmadı. Yetim bir çocuk gibi mağrur, boynu bükük bırakılmışım. Anlattıklarımı anlamak için dirhem çaba sarf etmeyen kulaklara rastladıkça etrafımda sustuğum saatler de arttı. Sözün sırrına erişememişler ki, ne anlatayım.
Senin dahi beni anlamadığın bir zamanda, beni kimin anlamasını bekleyeyim.
Bilirsin her seferinde bu düzene, bu çağa ayak uyduramadığımdan dem vururdum. Bundan kaynaklı olarak da kalabalık arasında soysuzca bir yalnızlığa, tek başınalığa mahkum olduğumu söylerdim sana. Ve yine her bahsi açıldığında merhametten yoksun, vicdanlarının seslerini susturmuş büyük kitlelerin dünyasında bu denli hassas bir yapıda olmamın üzerimde yarattığı baskı ve olumsuzluklardan... Bazen haddini aşıp bende varoluşsal sancılar yarattığından şikayet ederdim de sen o ay gibi parlayan yüzünle karanlıklarımı aydınlatıp hoş sadan ile kilitli odalarımın kapılarımı açardın ya... Şimdi nasıl da ihtiyacım var sana!
Aldığım her nefes ömrümden sanki beş yılımı götürüyor. Her nefes beni ölüme biraz daha yaklaştırıyor.
Yazacağım daha... Söyleyemediğim, anlatmak istediğim nice şeyler var.
Gözlerine hasretlenirim.
08.01.21