Mekanik klik sesinin ardından fısıltıyla açıldı otobüsün kapıları. İçerideki sıcak, nemli ve boğucu havadan kurtulduğu için minnet duydu kahramanımız. Soğuk havayı içine çekip etrafına bakındı. Kaldırımın sonunda büyük bir çınar ağacı, ağacın altında da yorgunluktan ağaca yaslanmış gibi duran gri duvarlı bir kulübe vardı. Verilen adres burası olmalıydı. Yeni işindeki ilk günü için heyecanlıydı ve erken gelmişti. Durakta kendinden başka bir iki kişi daha inmişti ama onlar da programlanmış makineler gibi sağa sola dağılmıştı. Kulübeye doğru yürüdükçe çitlerin arkasından büyük bir bina yükseldi. Binanın üstünde solgun yeşil harflerle Volkan Tekstil yazıyordu. Doğru yere geldiğini anlayınca içindeki heyecan daha da arttı. Ağır adımlarla yürürken kafasında kulübedeki güvenliğe söyleyeceği cümleleri kurguluyordu. Tanımadığı biriyle konuşacağı zaman hep böyle yapardı. Kulübeye yaklaşırken güvenlik pencereden baktı, birkaç saniye kahramanımızın yaklaşmasını bekledikten sonra: “Dümdüz ilerle, ana kapıdan girdikten sonra sağdaki İK yazan odaya gir” dedi. Kahramanımızın yeni olduğunu anında anlamış ve onu gereksiz muhabbetten kurtarmıştı.


Kağıtlarla, imzalarla geçen yarım saatten sonra mesai saati gelmişti. 10-11 yaşlarında bir çırak, kahramanımızı çalışacağı alana götürdü. Atölye devasa bir çalışma alanının aksine görece daha küçük odalar halindeydi. Üçüncü kattaki 3B kodlu dikim odasının kapısına doğru yaklaşırken dikiş makinelerinin öfkeli hırıltısı geliyordu. Kapının açılmasıyla gürültü katlandı. Oda bir mahzeni andırıyordu. Tavandaki kirişler odayı basık gösteriyor, kumaşlardan çıkan tozla birlikte oda yeraltındaymış gibi görünüyordu. İçeride dörderli 2 sıra, toplam 8 büyük dikiş masası vardı ve her masada 6 kişi çalışıyordu. Kapının hemen sağında ise ayrı büyük bir masa vardı, burası hem paketleme hem de kontrol alanıydı. İçeri girmeleriyle birlikte çalışanlar ellerindeki işleri bırakmadan kafalarını bir anlık kaldırıp bakmışlardı. İşte tam bu sırada kahramanımız onunla göz göze geldi. Bu bir andan daha uzun sürmemişti. Kız gözlerini tekrar elindeki kumaşa çevirdi. Kahramanımız içindeki heyecanı bastırmaya çalışarak çırağın gösterdiği masaya oturdu. Masadaki; ellerinin çevikliğinden, sırtının kamburluğundan belli ki yıllardır bu işi yapan saçları ağarmış adam, kendini tanıtmış ve ne yapması gerektiğini anlatmaya başlamıştı.


“Bu şekilde katlayıp arasından dikeceksin ama dikkat et, şu alan olması gerekenden uzun olursa kalıba girmez, o zaman ayvayı yedin demektir. Sök baştan.”


Kahramanımız dikkatini toplayıp adamı dinlemeye çalışıyordu ama aklı o kızda kalmıştı. Beyaz tenli, kahverengi saçlı ve kahverengi gözlüydü. Saçıyla gözünün aynı renk olması gözlerini belirginleştiriyordu. Gözlerinden dışarı doğru incelerek gelen siyah çizgilerle birlikte bakışları kahramanımızın göğsüne saplanmıştı. Yanakları dolgundu ve elmacık kemiklerine doğru büyüyordu. Burnu yüzünün tam merkezinde ve olması gerektiği büyüklükteydi.


Düşününce belki de normal bir kızdı ama neden bu kadar etkilenmişti? Bu soru kafasında dönüp dururken bir iki defa daha kafasını kaldırıp kızla göz göze gelmeye çalıştı.


Yemek molası yaklaştığında çalışanlarda kıpırdanmalar, huzursuzlanmalar başlıyordu. Açlığın verdiği bitkinlikle yemek sırasında önden yer kapma hırsı yarışıyordu. Kapının yanındaki masadan uyarı geldiğinde herkes elindeki işi bırakıp kapıya yöneldi. Kahramanımız da yemekhaneye doğru yürürken masasındaki diğer insanlarla tanıştı. Bir yandan konuşuyor bir yandan koridorları, odaları izliyor, küçük meraklı bir bebek gibi etrafı keşfetmeye çalışıyordu.


Evine döndüğünde saat 8’e geliyordu. Günün yorgunluğuyla kendini eski okuma koltuğuna bıraktı. Bacaklarının ağrıdığını hissetti. Bedeni çok yorulmuştu ama zihni avlanan bir yırtıcı gibi oradan oraya koşturuyordu. Kafasında hemen bir akşam yemeği hazırladı, yedi, kahvesini yudumlarken kitabını okudu, okudukları üzerine düşündü. Ama bedeni hâlâ oturuyordu. Koltuğun kollarına asılarak yavaşça doğruldu ve ağır aksak bir yaşlı gibi tüm bunları uygulamaya başladı. Odadaki tek yaşam belirtisi, tavandaki titrek lambaydı. Evdeki her şey kasvetli görünüyordu. Kitaplar sırtını dönmüş konuşmak istemiyor, yatak pencereden tarafa eğilmiş sanki dışarı bakmak istiyordu ama bir türlü erişemiyordu, tezgahın üstündeki bulaşıklar tüm gün ağlamıştı, kurumuş gözyaşlarını birbirlerinin ardına saklanarak gizlemeye çalışıyorlardı. Odadaki bu ölüler korosunun eşliğinde yemeğini yedi.


Bir zaman sonra kahvesini de yanına alarak okuma koltuğuna geri döndü. Masanın üstünden kitabını aldı, kaldığı yerden okumaya başladı. Bu Fransız İhtilali dönemini anlatan klasik bir romandı. Sosyalizm hoşuna giderdi. Kendisi de bir proleter olarak burjuvadan nefret eder ama için için de onların yaşamlarını kıskanırdı. Ne zaman bir fabrika görse oranın sahibini hayal ederdi. O rahat yatağında mışıl mışıl uyurken yüzlerce işçi geceleri o fabrikada çalışır ve patrona para kazandırırdı. Patron evde hiçbir şey yapmadan durduk yerde para kazanırdı. Örneğin yatmadan önce bir şey almak için hayal mi kurdu? Sabah uyandığında birileri onu alması için gereken parayı onun için kazanmış olurdu. Bu durumu kahramanımız bir türlü kabullenemezdi.


Ertesi gün mesainin başlamasına on dakika kala atölyenin bahçesindeydi. Adımlarını seyrekleştirdi, etrafına bakınarak sanki birini arıyormuş gibi yürümeye devam etti. Sağda solda çene çalan işçi grupları vardı. İyice göz gezdirmesine rağmen dün tanıştığı kimseyi göremedi. “En iyisi masama çıkmak” diye düşündü. 3B yarı yarıya doluydu. İşçilerin bir kısmı gözlerini bir noktaya dikmiş uyuyor olmayı düşlüyor, diğer kısmı iyi uyumuş olmalı ki çene çalıyordu. Masasındakilere selam vererek yerine oturdu. Gözleri dün bakıştığı kızı arıyordu. Kendini bundan alıkoymaya çalışsa da istemsizce hatta bir istekle onu bekliyordu.


İşte odanın kapısında belirmişti. Masasına oturdu, arkadaşlarıyla konuşmaya başladı ve bir an sonra yine göz göze gelmişlerdi. Bu bakışma tıpkı dün olduğu gibi kahramanımızın içinde bir şeyleri harekete geçirmişti. Onunla bakışmak bile salt olarak kahramanımıza haz veriyordu. Bu hazzı anlamlandıramıyor, bir an küçük bir çocuk gibi korkuyor, sonra yeniden göz göze gelmek istiyordu.


Günler peş peşe geçip gidiyor, kahramanımız kızla bakışmaktan öte bir şey yapamıyordu. Hayatında hiç böyle bir durum yaşamamıştı. İnsanlarla konuşmayı sevdiği pek söylenemezdi ama yine de konuşması gerektiğinde çekinmeden atılırdı. İğnelerin kumaşlara batıp çıkışları arasında bir an göz göze gelirler sonra yaptıkları işe devam ediyorlardı. Bu bakışları anlamlandırmak imkansızdı. Ne davetkar bir gülümseme ne de donuk bir dudak bükme vardı. Sayfanın sonuna geldiğinde hiçbir şey anlamadığınız bir kitap gibiydi. Belki bakışmaktan ileri gitmek istemiyordu. Bu mesafeden sevgi ona yeterdi. Belki unutamadığı başka biri vardı. Belki de kalbi o kadar kırıktı ki bir sevgi ışıltısı yüzüne yansımak istiyordu ama anılara çarpıp geri dönüyordu.


Aradan haftalar geçmiş ama hâlâ tanışmamışlardı. Birbirlerinin farkındalardı elbette, biri sorsa kim olduklarını pek tabii söyleyebilirlerdi. Ama hepsi bu kadardı, birbirlerine dair başka bir şey bilmiyorlardı. Elleri makinenin tıkırtısı arasında dönüp duran kumaşı kontrol ederken o neden tanışamadıklarını düşünüp duruyordu. Kafasının içinde onunla çok uzun sohbetler etmişti. Bazı akşamlar oturur onun nasıl biri olduğunu hayal ederdi. Nelerden hoşlanırdı acaba? Mesela şu an okuduğu kitabı beğenir miydi? Beğendiğini hayal eder, sonra da ortak noktaları olduğu için mutlu olurdu.


Bazen arkadaşlarıyla güldüğünü görüyor ve ona karşı gülerken hayal ediyordu. Bazen bir köşede düşünceli düşünceli kahve içtiğini görüyor, kafasında ona eşlik ediyordu. Bazen okuduğu bir kitabı görüyor, onunla tartışıyor, okuması için başka bir yazar öneriyordu. Bazen kulaklık taktığını görüyor, dinlediği şarkıyı tahmin ediyordu. Bazense hiç aklında yokken sesini duyuyor, birinin ona seslendiğini duyuyor ya da aniden gelen bir dürtüyle kafasını kaldırıyor, onu görüyordu.


Bu durum bir lanete dönüşmüştü. Kızla asla konuşmuyor, gün geçtikçe konuşmak daha da imkansız bir hal alıyordu. Artık onu gördüğünde hüzün duyuyordu. Kendi kendine dövünüyor, üzülüyor, canı sıkılıyordu.


O gün akşam iş uzamıştı. Zaten son iki gündür uykusuz olan kahramanımız eve geldiğinde yorgunluktan bayılmak üzereydi. Ellerini taşımakta zorlanıyordu, musluğu açtı ve suyu zorla yüzüne götürdü. Bu sırada konuşma sesleri duymaya başladı. Başta pencereye doğru baktı ama pencere kapalıydı sonra başını kaldırdı. Aynadaki yansımasıydı konuşan. Ürpererek kulak verdi.


-Hey Werther üzgün görünüyorsun. Canını sıkan bir şey mi var yoksa?


Kahramanımız donmuş bir halde aynaya bakıyordu. Aynadaki, sözlerini yeniledi.


-Hey Werther üzgün görünüyorsun. Canını sıkan bir şey mi var yoksa?


Kahramanımız:

-Kes şunu. Ben Werther değilim, olsa olsa Prens Mışkin’im.

-Neden acı çekmek yerine gidip o kızla konuşmuyorsun? Ya da şu argo tabirle yavşamıyorsun?

-Bu iğrenç. Ben öyle biri değilim.

-Nasıl biri değilsin? İnsan mı değilsin? Herkes yapmıyor mu bunu?

-Ben yapamam. Sana da çok çirkin gelmiyor mu? Çok bayat, çok sıradan. Her şey çok yapaylaşmıyor mu? Sahte gülüşler, espriler, tanımak için sorulan sorular. Doğanın bir parçası gibi değil, zorla oraya yamanmış bir beton yığını gibi. Neden kendiliğinden olmasın?

-Neden karmaşıklaştırıyorsun? Hepsi birkaç içgüdü; doğada eşini bulmak, türünü devam ettirmek değil mi? Neden üstbenliğin bu kadar baskı uyguluyor?Böyle yapman gerçekte ne olduğunu değiştiriyor mu?

-Sen neden bu kadar basitleştiriyorsun? Düşündüğünü düşünebilen insana ne oldu? Belki başta boş levhaydık ama sonra el birliğiyle bu normları birbirimize işlemedik mi? Sıcağı, soğuğu, iyiyi kötüyü ebeveynlerimizden öğrenmedik mi? Diğerlerini taklit ederek kendimizi var etmedik mi? Şimdi hepsini bir kenara bırakıp ilkel bir canlı gibi istediğim hazzı elde etmek için içgüdülerimle hareket etmek istemiyorum. Bu olmak istemiyorum.

-Peki ya tam tersi olsaydı? O kız seninle yakınlaşabilmek için sana yazsaydı. Onun için de böyle düşünür müydün?


Kahramanımızın ağzından silik bir hayır çıktı. Sinirlenmişti ama aynadaki gayet sakin görünüyordu. Onun bu sakinliği kahramanımızı daha da sinirlendiriyordu.


-Belki de sadece korkuyorsun. Seni suçlamıyorum hayatı boyunca mantığıyla hareket etmiş biri için duygularının elinden tutmak çok zor olabilir. Sen sadece talihsiz bir adamsın.


Kahramanımız ellerini gözlerine götürdü. Gözlerini sımsıkı kapattı. Derin bir nefes aldı ve nefesini serbest bırakırken gözlerini açtı. Yatağında yatıyordu. Ne zaman, nasıl oraya geldiğini düşünmedi. Tek düşündüğü neden böyle olduğuydu. Hiçbir zaman onunla konuşamayacaktı. İşi bırakıp ondan uzaklaşacak cesareti de yoktu. Sisyphos gibi sonsuza dek kayayı tepeye çıkarmaya uğraşacaktı.