Keşke kalp yerine dağılmaya hazır bir kurabiye taşımasaydım İsmail. O zaman tırmalamaya da tamam olmaya da çalışmazdım.
İsmail sen şimdi yanımda olsan böyle girerdim lafa, “Sen metaforunu beğenmediğin lafa kulak asmazsın.” diye. Ciddiyetimi anlaman için de güzel mezeli teklifini reddedip ‘‘Otur şöyle,’’ derdim.
Çok önemli bir konudan bahsedecekmiş gibi oturur, bağlamdan kopar, beş sene önceki bir vakte canımızı sıkardık. Sen o koltukta eskirken ve ben aynı masanın başında ne yapsam toplayamadığım başımı vuracak taş ararken konu midemizin kazınmasına gelirdi.
Sen şimdi olsan iştahsızlık böyle peyda olmazdı günde üç litre su içmeye özen gösterdiğim zamanlardaki bünyeme. Önce pek çok şeyi kaybettim seninle adını bile anma gereği duymadığımız. Sonra seni ve seni ben, beni sen, hayatı olduğu gibi yapan her şeyi…
Adına yaşamak deyip akışa bıraktık, kendi adıma içim hiç de rahat değildi.
İsmail yaş ilerledikçe merak da kalmıyormuş heyecan da. Sen içine oturan yangınlığı yellerken ben ve umutsuzluğum da nasibini alıyormuşuz bir köşede. Bilemedim. Anlattıkça içime siniyormuş kimsesizlik hissi.
Hani herkesin bir yerinin olduğu uzun, süslü bir masanın başında bir kişinin bile dönüp bakmadığı ‘başkası’ olma hâli.
İsmail ben eskiden de ‘‘sanki orada olmamam gerekiyormuş’’ gibi miydim?
Birdenbire böyle güçlü bir yok olma arzusu edinemem gibi. Halbuki de seninle gezince ne güzeldi o hiçbir yere çıkmayan girintili çıkıntılı kaldırım taşlı yollar. Pis sarhoşlukla taksi çevirmiyorlar diye polislerle kavgalar, birini sevmekten korkmalar ve aşık olmalar…
Şimdi ışığı yanan bulaşık makinesine nasıl tuz konulur, hangi çamaşırlar kaç derecede yıkanır ve avize nasıl bağlanır dertlerim var. Kendim ve başkası, bir arada yaşamaya
çalışıyoruz.
Artık dağılmaya hazır kurabiyeler yapıyoruz, altı yanık, üstü hafif sarı. Pişmemiş ama yanık.
Tanıdık geldi değil mi İsmail?
Şu bi pazar yeri dünyada, sonunda, bir şey tanıdık geldi değil mi?