meryem,

çok uzun bir aradan sonra bana hiç kapatmadığın ama asla tam anlamıyla da açmadığın o aralık kapının arasından bir ışık huzmesi gibi süzülerek sana geldim. seninle ne zamandan beridir böyle uzağız, hatırlamam zor ama bildiğim bir şey varsa o da etimle, kemiğimle ve ruhumla nasıl bu kadar iç içeyken ansızın birbirimize bu kadar yabancı kalabildiğimiz. ansızınlar hep kötüdür zaten meryem. ansızınlar beni hep sızlatır. o kadar iç içe ve o kadar bir bütündük ki seninle, öylesine çok tanıdık ki birbirimizi ve yine öylesine örülmüştük ki birbirimize, sonumuzun böyle talihsiz olacağı belliydi işte. böylece iki yabancıya dönüştük seninle. annem hep insanın kendisini, insanın bir başka insanı, insanın bir başka yeri çok iyi tanımasının uzaklık ve ayrılık getireceğini söylerdi. nedenini kendi içimde çok düşündüm ve sonunda hak verdim anneme. uzaklığın olması için önce yakınlık gerekti insana ve aynı şekilde birinin gözlerinin önünde yabancıya dönüşmesinin nedeni de tanışıklıktan geçerdi. her tanışıklık yabancılık getirir. her baharın ardını kış görür. yaşamı ölüm takip eder. atan bir yürek kirlenmeden arınmaya ulaşamaz. öyleyse meryem, öyleyse canım, öyleyse, işte sen ve ben, yani biz, et ve kemik gibiyken, anne ve anne karnındaki cenin gibiyken, öylecesi olmadan böylece birbirimize yabancı kaldık. şiddetli bir ıkınmayla birlikte ıslak ve kırmızı bir rahmin ağzından gerçekliğe düştük. kesildik. koptuk ve ağladık.


sana varmamak, sana ulaşmamak, sana gelmemek, senden geçmemek ve bir an olsun yokluğunu göğsümün üzerinde dayanılmaz bir ağırlık gibi taşımamak için ne kadar uğraştım bilemezsin. belki de bilirsin. bilemem. sana tam anlamıyla gelmemem ama senden tam anlamıyla da gitmemem için bıraktığın o aralık kapıdan bana dair neler gördün, neler biliyorsun kestiremem çünkü bir kapının aralık kalması ne bir başlangıçtır ne de bir bitiş. bir kapının aralık kalması, sapasağlam bir canlıyı tüm güzellikler içinde ölüme terk etmektir. günden güne solmaya bırakmaktır. ıstırap verici bir işkencedir. avuç için kadar iyi bildiğin tüm yerlerde kaybolmak demektir. ansızın. sızım sızım kalma halidir. kurulan bütün iyi cümlelerin hemen ardından gelen “ama”lı cümlelerdir. yıkıcıdır ve bilmelisin ki yıkım kontrolü kaybetmektir.


beni bana öylesine körleştirdin ki uzun süre hiçbir şey yapamaz duruma geldim. körleştiğim tüm yanlarımla kendimi o kadar kanattım ki daha önce hiçbir körlüğün bu kadar keskin olmadığını gördüm. bende bana dair kabul etmediğin, reddettiğin, iğrenerek baktığın ve bir türlü benimsemediğin, belki de benimseyemediğin tüm o yanlarım, en çok da kusurlarım için gecelerce sorguladım kendimi. bir gün, çok sancılı bir gecede, dört yanım adeta ateşler içinde kuşatılmışçasına yatağımda kıvranırken bana benden başka sarılacak kimsem yokken ve hissettiğim keder göğsümü o gece de yine vahşice hırpalıyorken durdum ve tanrı’ya şöyle dedim: tanrım, en nihayetinde ben peygamber değilim, hata yapmaya ve kusurlu olmaya çok meyilliyim. tanrım, biliyorsun ki beni de sen yarattın, şimdi beni hatalarımla nasıl yargılarsın? beni bana nasıl sürgün edersin? toprak nasıl çamur olabiliyorsa insan da günahkar olur.


sonrası yok. sonrasını hatırlamıyorum. muhtemelen söylediklerimden dolayı yine büyük bir günaha girmiştim ama olsundu. tanrı’yla tek yakın olabildiğimi hissettiğim zamanlar böyle zamanlardı. nitekim öyle de oldu. o gece yapayalnız olduğumu düşünürken o yine benimleydi. korkunç bir isyana ve aynı zamanda büyük bir inanca sahip olan yüreğime rağmen benimle birlikteydi. o; göğsümün tam ortasında, nefesimin arsız havasında, göz bebeklerimin arkasında, duygularımı hiç paraya sattığım göz pınarlarımda, tutkulu tükürüklerin yuva yaptığı büyük dudaklarımda, nar kırmızısına bulanmış ellerimde, duası ve küfrü eksik olmayan ağzımın içerisinde, bir bataklığı andıran psişemde, uzuncası ve kısacası beni yarattığı ve ezbere bildiği her yerdeydi.


bu yüzden meryem, söyle kedere ve hüzne, gelip yerleşebilecekleri bir yürek kalmadı artık bedenimde. kendimi tüm kusurlarımla birlikte, kusurlarımla birlikte beni yoktan ve bir avuç da topraktan, belki de adem’in kaburga kemiğinden, yaratan tanrı’ma teslim ettim ben. beni alabilir, bana istediğini yapabilir, isterse beni muazzam bir azapla yok edip yeniden diriltebilir ve yine isterse, ki isteğim de bu yöndedir, beni alıp yedi kat yerin dibindeki cehenneme gönderebilir. ama meryem, ama sevgili tanrım, bilmelisiniz ki yüreğinden geriye bir tek alı kalmış bir insan daha dünyadayken cehennemin o görkemli dibini görmüştür.


meryem, beni sevip kabullenmeni çok bekledim. beklemekten öte hep çok istedim. ben sabretmeyi ilk kez saçlarımı uzatmayı çok istediğimde öğrendim. sabırla beklemem gereken en zor zamanlar senin sevgine yaralı bir hayvan gibi muhtaç olduğum zamanlardı. yaralıydım, kan kaybediyordum, senin şifalı ellerinin vereceği, dokunacağı, yaralarımı saracağı o sevgiye muhtaçtım. o sevginin sende olduğunu sanacak kadar aptaldım. zaman geçti, sabretmeyi öğrendim, sen konusunda bilmem kaçıncı kez yanıldığımı fark ettim, merhameti tanrıda değil sende aradım. saçlarımla birlikte tırnaklarım da uzadı. tırnaklarımı iki hafta aralıklarla toplamda on beş kez kestim. kusurlarım uzadı. virane ettiğin yüreğimin ahı uzadı. yaralarım uzadı ama asla iyileşmedi. sinsi bir rüzgar gelip yaralarıma dokundu. sen hiç dokunmadın. sonra anladım ki senin bana o aralık kapıdan uzattığın ellerinde yalnızca beni bana kırdıran acımasız bir öfke vardı, iflah olmadın.


seni aldım, beni bana kırdıran o öfkenle birlikte ruhuma açtığın o oyuğa yerleştirdim. o oyuğu sana ev yaptım. koca kainatı sığdırdığım o eve bir tek seni sığdıramadım. öyle yoktun ki duvarlarda gölgen bile çıkmadı.


şimdi bana diyeceksin ki öyleyse neden geldin? madem ben bu kadar acımasızdım, madem bu kadar kötüydüm, madem ki benim ellerimde sadece seni sana, seni bana, seni insanlara, seni dünyaya, seni tanrıya kırdıran bir tek bu zehirli öfke vardı, şimdi öyleyse niye, neden buradasın? meryem, yaralı bir hayvanın yürek burkan o iniltili ve hırıltılı nefesini andıran bir nefes alarak sana şu şekilde karşılık vereceğim: meryem, ben zaten çirkinim ama sensiz hem çirkinim hem eksiğim. o aralıktan sana baktığımda öğrendiğim en acı şey de buydu. ben aslında kendime dair tüm kusurları ve kötülükleri benimsemiştim. işin aslı onları seviyordum da. senin eksikliğin benim güzel olmam demekti ama ben güzel olmak değil, ben günahkar olmak istiyordum.


meryem, dünya sırtımda çok ağır ve ben kamburum. çirkinim ve insan kalan tüm yanlarımı satmaya hazırım. yüzüm hep toprağa dönüktür ve attığım her adımda toprağa biraz daha batarım. ben göğsünü yüzüne asıp taşıyanlardanım. tanrı’yı severim ama onunla aramız genelde bozuktur. meryem, ben bugün aramızda duran o kapıyı sonuna kadar açtım ve işte sana muhtacım. pörsümüş göğüslerinden akan kesilmiş süte ve bedenindeki çatlaklara kadar sana hayranım.


tanrım, odamın pencereleriyle birlikte topladığım saçlarımı da açtım. artık tamamen savunmasızım. içeriye dolan temiz havayı ciğerlerime soluyamayacak kadar da yorgunum. tanrım üryanım. sevimsizim. kabukluyum. nasırlıyım. göğsümün üzerine bir yıldırım gibi düşen ve düştüğü yeri mahveden iğrenç bir çığlığın o sağır edici sessizliğiyim. ben hem meryem’im hem değilim. beni sev diye o kadar inceldim ve o kadar saydamlaştım ki yok oluşumu durduramayan bir zavallıyım. ben yok oluşum. acizliğim. var oldum mu, var olduysam ne kadar var oldum, nerede var oldum bilmiyorum. hayatı seviyorum ama hayat nasıl yaşanır bilmiyorum. seni seviyorum ama seninle nasıl anlaşılır bilmiyorum. insan doğduğu yere mi aittir yoksa öldüğü yere mi bilmiyorum.


tanrım, kendime hem tutsağım hem sürgünüm. daima ikiyim. ezbere bildiğim bedenimin hem yabancısı hem de hükmedeniyim. kendime hükmettikçe özgürleştiğimi hissederim.


tanrım bağışla, ölüyorum.

tanrım bağışla, seni çok seviyorum.

tanrım bağışla, seni affedemiyorum.

tanrım bağışla, kendimi bulamıyorum.

meryem’e hep yenik düşüyorum.