Gözlerimden süzülen yaş, çırılçıplak bir sabahın ağrısına dert ortağı olurken, seninle olan konuşmalarımızı hatırlıyorum. Rüzgarın şehri sarmaladığı o gün, her kelime birer kurşun gibi düşmüştü üstüme. Kırık kalbim, her kırığın altına bir sır bırakıp giden bir soğuk rüzgar gibi sessizdi.
Uçurumun kenarındayım; düşmeyi, düşmemeyi bilmeden, ayaklarımın dibine bakan bir karaltı gibi. Kimi zaman gökyüzüne tutunmak istiyorum; ama kanatlarım yok, en azından kendime yalan söylemiyorum. Bir zamanlar, ellerimi açıp yıldızları yakalamak için uzandığım o karanlık, şimdi bir nefes bile almamı istemeyen bir boşluk.
Güzel bir günün düşleri şimdi kâbus, ben bir sönmüş lamba gibi; göz göze geldiği her şeyde yalnızca griyi gösteren. Her sabah kalktığımda, çırpınan kalbim rüzgarı arar ama rüzgar da ben gibi kaybolmuş. Karanlığın içindeki aydınlık, sanki ölü bir arı, bir çiçeği vursun diye uçar ama kendini boşluğa bırakır. Bu bende, sormam gereken her sorunun cevapsız kaldığı bir yaşta kalakalmam.
Kendimle yarışıyorum, lakin galip gelmeye gücüm yetmiyor. Yalnızca yorgunum. Yorgunluğumun yükünü, her gün biraz daha arttıran şehirlerin taşlarına bırakıyorum. Kimse o taşları görmüyor, taşlar düşen adımlar gibi birer sessizlik. Bir el daha tutup çekse belki biraz rahatlarım ama ellerim, kalbimden önce dondurur. Sonra, gece yine perdeyi çekip açlığımı örtüyor; açlık, bir yudum suya ya da geçmişe bir adım atmaya.
Ve ölüme dair bir gülümseme; diyor ki, "Ne zaman gelsin, bu masal biter. O zaman bir gün, seninle burada, unutulmuş her şeyi hatırlayacağım."