Çatırdayan odunlar yavaş yavaş alevlere teslim oluyordu. Soğuk bir rüzgar vardı dışarıda. Hava insanın vücudunu, düşünceler ruhunu üşütüyordu. Nice zamandır yalnız, nice zamandır yorgundu. Bu gece de şeytanları kafasının içinde savaşıyor, o ise bu kavganın adım adım kendini yiyip bitirmesini izliyordu. En son ne zaman bir canlı gördüğünü hatırlamıyordu. Isınmak için ateşe birazcık daha sokuldu. Karnı açtı, midesi gurulduyordu. Bugünlerde yiyecek bir şey bulmak oldukça güçtü. Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştı. Ruhundaki kavgayı bastırmak için geçmişin tatlı anılarını düşünmeye çalıştı. Bir film gibi izliyordu eski günleri. Hırslarını, öfkelerini, mutluluklarını, acılarını... Şimdi her şey boştu, içi oyulmuş bir ağaç gibiydi. İçten içe çürüyordu. Her şey o kadar uzakta kalmıştı ki artık, sanki hiçbiri yaşanmamış gibi geliyordu. Uykuya dalamıyordu ama uyanık da değildi. Geçmişin özlemi onu ağırlığıyla eziyor, kendine gelemiyordu. Biraz daha kafasında geçmişi düşünse delirmesi muhtemeldi. İçi daha da sıkıldı. Daha da ezildi. Daha da boştu artık.


Gözlerini açtığında güneş çoktan doğmuştu. Uyuşuk bir şekilde kalktı. Açlık onu her saniye daha da yoruyordu. Vücudu alarm veriyor, biraz daha aç kalırsa çökeceğinin sinyallerini veriyordu. Sokağa çıktığında her zamanki sessizlik ona kucak açtı. Şehrin bu taraflarına çok gelmemişti. Bu yüzden buralarda yemek bulma konusunda ümitliydi. Sakin adımlarla ilerleyerek binaları inceledi. Kapılar kilitli olduğu için sadece ilk kattaki dairelere girebiliyordu. Camları taşla kırıyor ve içeriye giriyordu. Polise şikayet eden biri de yoktu nasılsa.


Bütün sokağı baştan aşağı dolaştı. Bir günlük yemeği çıkmış gibiydi. Konserveleri icat eden kişi gerçekten takdire şayan biriydi onun gözünde. Ama bu gezisinin en güzel yanı, yarım paket sigara ve hiç açılmamış bir viski bulması oldu. Sarhoşken belki daha çekilebilir bir insan olurdu.


Bu gece hangi evde kalsam diye düşündü. İstediği yerde yatabilme özgürlüğü normalde çok güzel bir şey olabilirdi. Ama şu an anlamsız bir şeydi. Tıpkı her şey gibi. Tıpkı bu dünya gibi. Dün gece kaldığı evde kalmaya karar verdi. Bu civarın merkezindeydi ve diğer sokaklarda da işe yarar şeyler bulabilirdi. Sokaklarda yürüyerek eve doğru ilerlemeye başladı. Beş dakikalık bir mesafe vardı eve. Bir ses duydu ama çok önemsemedi. Uzun süre yalnız kalınca insan, olmayan sesleri duyabiliyordu. Bir kez daha geldi ses. Bir kez daha...


Acaba olabilir miydi? Bu çürük ve boş dünyada başka birisi, başka bir canlı olabilir miydi? Bir insan, bir kedi veya bir köpek... Fark etmezdi, canlı olan herhangi bir şey; nefes alan, hareket eden herhangi bir şey... Çöllerde susuz kalan bir yolcunun vahaya koştuğu gibi koştu, özlemlerinden yataklara düşmüş iki aşığın kavuşma ümidi ile koştu.


Ses şimdi bir arka sokaktan geliyordu. Evet bu gerçekten bir sesti. Sese doğru koşmaya devam etti. Terk edilmiş arabaları geçip bir daha asla kahkahanın uğramayacağı yollardan, duvarında asla olmayacak konser posterlerinin asılı olduğu sokaktan, uygarlığın yıkıntıları arasından koştu.


Sonunda sesin kaynağına ulaştı. Gördüğü ne bir insandı ne de bir kedi. Canlı bile değildi. Bütün soğukluğu ve gerçekliği ile ölümdü karşısındaki. Dehşet verici sureti ile gözlerini ona dikmişti. Nice insanın geceleri uykusunu kaçırmış, nice insanın korkusundan hain olduğu, nice insanın karşısında delirdiği; her insanın en derinlerine işleyen, her canlının yaşayışına şekil veren ölüm. Hayat denen bu trene binen herkesin ineceği tek durak. Bu sondan kimse kaçamadı ve kaçamazdı. Nereye saklanırsanız saklanın sizi bulur. Ne kadar yüce ve kudretli olursanız olun sizi alaşağı etmesi saniye bile sürmez. Yönetilen veya yöneten olun, iyi veya kötü olun, herkesin son randevusu bellidir.


Bu faninin canını almak için yavaşça ilerledi ölüm. Yavaşça ruhu terk ederken bedenini, "Neden bu kadar geç kaldın?" dedi, dünyadaki son insan.